
AliSamiYen blogunun sahibi Eray Sözen bugünkü söyleşi konuğumuz. Öncelikle sizi tanıyarak başlayalım. Kimdir Eray Sözen?
Eray Sözen; En zor soru. Ama bir yerden başlamak gerekiyor. 23 yaşındayım. 1986 yılında İstanbul’da doğdum. Öğrenim hayatım boyunca, çok sayıda farklı il ve okulda yer aldım. Bunun katkıları da oldu bana, benden götürdükleri de. Yine de toparladım herhalde. Lise ve üniversite öğrenimi İstanbul’da aldım. 2005 yılında Marmara Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü ile öğrencilik yıllarıma devam ettim. 2008-09 öğrenim yılı sonunda ise mezun oldum. Önümüzdeki yıldan itibaren devam etmeyi düşünüyorum ama yeniden.
Spor izleyiciliği, hayatımın her anında vardı. Küçük yaşlarda bile –ki tek hanelerdi muhtemelen- ‘’O kural değişti, artık direkten dönen topta da ofsayt kuralı işliyor.’’ cümlesi ile futbol sohbetlerinin içerisine giren bir insandım. İlk görüşte âşık olmuştum futbola. Sonra basketbolla yakınlaştım. Diğer sporlara da ilgi duymaya başladım. Şimdilerde, sevdiğim işlerle uğraşma fırsatım var. Kasım ayından beri, Galatasaray Dergisi’nin yazı kurulunda görev alıyorum. Oldukça keyifli benim için.

Eray Sözen; Oscar alacak bir hikâye değil aslında. Yine de, şöyle söyleyebiliriz sanırım. Okula gitmiyordum. Muhtemelen dört yaşındaydım. O yaşlarda beni çeken en önemli görüntülerin başında, çok sayıda insanın yeşil bir sahada tek bir topun peşinden koşmaları geliyordu. Beşiktaş’ın Gordon Milne ile şampiyonluklar yaşadığı yıllar…
Aslında bilinçli bir seçim yaşadım. Türkiye’de bulunuyordum, futbolu çok seviyordum. O günden 20-25 yıl sonra futbol konuşulduğunda belli bir fikrim olmalıydı. Dediğim gibi, dört yaşındaydım, ama bunu düşündüm. Ve o anı da hatırlıyorum ilginç şekilde. Her ailede olduğu gibi bizim de ‘’küçük’’ odamız vardı, oturma odası. Sol köşesinde ise televizyonumuz. Etrafımdaki arkadaşlarımdan çoğu Fenerbahçeliydi. Üst komşumuz da öyle. Balkonlarından Fenerbahçe bayrağı sarkıttıklarında odama gelen güneş ışıkları engelleniyordu. Kararımda etkili oldu mu, bilemiyorum; ancak etki yaratan, 4 Mayıs 1991 günü oynanan ve Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi 4-1 mağlup ettiği maçtı. Odamızın köşesindeki televizyondan izlediğim maçta Galatasaray’ın attığı gollere seviniyordum. Güzel bir duygu olduğunu hissettim, o gün kendime söz vererek, ‘’Galatasaraylıyım’’ dedim.
Sonrası bugünlere kadar geldi. Galatasaray’ı çok seviyorum. Asla sizi terk etmeyecek bir dost gibi. Dozu kaçırılmadığı sürece, taraftarlık harika bir duygu bence. Etrafımda kendi kulübünü, benim Galatasaray’ı sevdiğim gibi seven insanlar oldukça da seviniyorum aslında. Bazen akıl kârı değil, taraftarlık. Ama gerçekten çok başka bir şey.
Eray Sözen; Projenin çıkış noktasında Melih Şabanoğlu ismi var. 2006 yılındaki şampiyonluktan sonra, AliSamiYen.net’e üye olmuştum, daha önce de yalnızca içimde tutamadığım bazı şeyleri yazdığım oluyordu. Ama gerçekten ‘’yalnızca’’ buydu. Yani bazen olur ya, tamamen yabancısı olduğunuz bir ortamda birileri konuşur, ‘’Galatasaray’ın aldığı Giovani nereden geldi?’’ diye sorar biri diğerine. Siz de dayanamazsınız. ‘’Tottenham’dan geldi. Ama La Masia çıkışlı. Barcelona’da oynadı…’’ dersiniz. Onun gibi.
AliSamiYen.net’e gelince, benzer şekilde yazmaya devam ediyordum. Yaşım küçük sayılırdı. Yazdıkça, geri dönüşler almaya başladım. Gözümde büyük değeri olan insanlar, çok güzel sözler söylüyorlardı benim hakkımda. Tabii cesaret veriyordu bu da bana. ASY.net, bu özelliği ile, benim için çok ayrı bir yerde. Sakladığım mesajlar vardır hâlâ. İnsanın değer görmesi, güzel bir duygu. Yazdıkça, devam etti bu durum. Melih Şabanoğlu da 2007 yılında özgüvenimi yükseltecek bir mesaj yazmıştı benim için. Devam eden süreçte yeni şeyler öğrendim. Melih Abi ile beraber yürüteceğimiz bir proje planı vardı, olmadı. Daha sonra GSTV’de yapılacak bir program fikri çıktı ortaya.
2009 yılının yaz mevsiminde beyin fırtınası başladı. Blog yazarlarının değerlendirileceği bir program olacaktı. Ve ligin ilk haftasından itibaren yayına girecekti. Tabii, ‘’Galatasaray ve Blog’’ gibi bir başlık oluşunca da, Atahan Altınordu ve Uğur Karakullukçu isimleri ile öykünün tamamlanması gerekiyordu. (Aslında bir isim daha vardı –ki O da yakın zamanda aramıza katılacak.) Biraz daha hızlanmak gerekirse… Böyle bir dörtlü oluştu. Ana gündemimiz, ‘’Futbol Analiz’’ olacaktı. Bunun için rakamlara ihtiyacımız vardı. Bir istatistik şirketi ile anlaşma sağladık. GSTV, görüntü gereksinimimizi karşılıyordu. Amacımız, 90 dakikada gözden kaçan ayrıntıları bulmak ve farklı bir formatla bunları izleyiciye sunmaktı. Programın hazırlık aşaması, her hafta, titizlikle sürüyordu bu yüzden.
Futbola odaklanacak bir program olduğu için de, adını ‘’Yalnız Futbol’’ koymaya karar verdik. Mottosu ise, ‘’Futbol aklınızı ve ufkunuzu açık tutmak için hazırladığımız Yalnız Futbol’’ oldu, Melih Abi’nin önerisinin ardından. İlerleyen dönemde, kadromuzda bir eksilme yaşadık. Melih Abi, yoğun işlerinden dolayı, kronik olarak programa ara verdi. Bizim devam etmemizi istedi. Devre arasından bu yana, hazırlık aşaması bize ait. Programı da ben sunmaya ve yönetmeye çalışıyorum. Benim için çok keyifli bir iş, önemli bir tecrübe.

Eray Sözen; Yine biraz geriden alacağım. Ocak 2009’da mail yoluyla geldi öneri. NTVSpor’da görüşmeye davet edildiğimiz yazıyordu. Heyecan vericiydi tabii. Ben de çok sevindim. Sanırım bir gün sonra, Maslak’taki NTVSpor binasında Fuat Akdağ ile konuştuk. Bize aklındaki projeden bahsetti. (Şu an YDYD kadrosunda olan iki arkadaşım daha gelmişti o gün.) Çıkış noktası, internetteki yeni taraftar profiliydi. Kötü taraftarın iyi taraftarı tribünlerden kovduğunu ve o iyi taraftarların da kendi duygularını internet aracılığı ile dışa vurduğunu söylüyordu, Fuat Akdağ. Böylesi bir potansiyeli kullanmak istediklerini anlatıyordu. İlk proje, dört takım taraftarı özelinde olacaktı. Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe, dört büyük takım taraftarları. İlk şart, blog yazarı olmalarıydı.

Yeni sezonla birlikte format değişikliğine gidildi. Önceki formatta, üç gün üç ayrı program vardı. Sonra, ‘’Pazartesi ve Cumartesi’’ düzenine geçildi. Pazartesi maçlarından dolayı Çarşamba akşamları da yayın oldu bazı haftalar. 10 katılımcı ile gerçekleşti. Başlarda sıkıntısını çektik, ama devam eden süreçte katkısını çok net yaşadık. Harika bir arkadaşlık ortamı doğdu. Müthiş dostlar kazandım YDYD’den. Banu Yelkovan ve Bağış Erten ikilisi ile birlikte program yapma şansına eriştim. Dahası, çok önemli iki insanla tanışmış oldum –ki madem böyle bir yola girildi, bu kadar ‘’değişik’’ bir ortamda Banu Abla ve Bağış Abi ile başlangıç yapmak, rol model konusunda da sıkıntı yaşamamamı sağladı. YDYD’ye içeriden baktığımda durum bu. Objektif yaklaşmak gerekirse de; YDYD, bir şans aslında. Yepyeni bir model. Yeni bir jenerasyonun geldiğini, söyleyecek sözü olan gençlerin bulunduğunu ve onların bunu kimliklerini gizlemeden yapabileceklerini gösteren bir model.

Eray Sözen; Blog özelinde cevap verilmesi gerekirse; NBA yazarken kendimi çok rahat hissediyorum. Harika hikâyeler oluyor cidden. NBA yazılarına çok özen göstermeye çalışıyorum. (Mesela uzun süredir bekleyen takas yazıları var hâlâ.) Ve şunu da biliyorum, kesinlikle daha az okunuyor. Ama ilk anda önemli olan, yazıyı yazanın kendisini iyi hissetmesi sanırım. Ben işin bu tarafını düşündüğüm için NBA yazılarından çok keyif alıyorum. Yani hazırlık aşamasından. Birkaç kişi dahi varsa bekleyen ve ben de bundan bir şekilde haberdar oluyorsam, mutluluğum biraz daha katlanıyor tabii.
Diğer yandan… Futbol, benim ilk aşkım. Gelmiş ve gelecek. Hangi spor olursa olsun. Futbolun gönlümde apayrı bir yeri var.
Galatasaray sorularıyla başlayalım. Sezon başında teknik direktör aradığımız günlere dönersek eğer, kafanızda nasıl bir teknik ekip vardı? Rijkaard & Neeskens ikilisi takımın başına getirildiğinde neler düşündünüz Galatasaray geleceği ile ilgili ve o günlerden bugünlere geldiğimizde düşündüklerinizin neresindeyiz?
Eray Sözen; ‘’Michael Skibbe Modeli’’, hiç fena sayılmazdı aslında. Ama olmadı. Ve bunun çok sayıda farklı nedeni var. Skibbe’nin başarılarını gördükçe, seviniyorum. Genç, Galatasaray ile büyüyecek, futbol üzerine fikirleri ve hedefleri olan bir teknik direktör düşlüyordum kendimce. (Werder Bremen - Tomas Schaaf) veya (Borussia Dortmund – Jurgen Klopp) birliktelikleri vardı ilgimi çeken. Tabii, Skibbe’nin ardından böylesi bir riske girilemezdi. Ne var ki; az önce yukarıda saydığım vasıfları karşılayan bir isim geldi yine de. Skibbe ile arasındaki fark, ‘’tartışılmayacak’’ bir kariyere sahip olmasıydı. Yenilmez kombinasyon! Üstelik ekibi ile birlikte geliyordu.
Johan Neeskens ismini görmekten de mutlu olmuştum. Bu yüzden, kendi blogumda ilk günün heyecanı ile bir yazı hazırlarken; ‘’Devrim: Frank Rijkaard & Johan Neeskens’’ başlığını kullanmayı tercih ettim naçizane. Transferin açıklandığı günlerde, Hollanda Futbolu ile ilgili kitaplar da okuyordum. Benim açımdan ilginç bir tesadüf olmuştu. Direkt olarak, uzun soluklu birliktelik ihtimali canlandı gözümde. O yüzden, ‘’Devrim’’ başlığı doğru gelmişti bana. Ve aklımdaki senaryo, yıllar sonra bile ‘’Frank Rijkaard’ın gelişi ile…’’ cümlelerini duyacağımız güzel günlerin yaşanacağı yönünde şekillenmişti. Öyle olacağını düşünüyorum, bundan eminim. Uzun soluklu bir iş bu. Küçük ayrıntılar yaşanmazsa önümüzdeki dönem içerisinde, bu birlikteliğin getirecekleri üzerine heyecanlanmaya devam edeceğim. Yeter ki, taraftar bazında, bizim de kendi fikirlerimiz olsun.

Eray Sözen; Atletico Madrid ve Galatasaray eşleşmesi, heyecan verici. Birbirlerine her yönü ile benzeyen iki takım. Hücum karakteri baskın olan iki takım. Futbolu güzelleştirmeyi amaçlayan iki takım. Futbolu seven bir insan olarak da bekliyordum Atletico ve Galatasaray maçlarını. Belki bu anlamda, biraz öngörülerin uzağında bir maç vardı Perşembe gecesi. Ama hem Atletico’nun hem de Galatasaray’ın ‘’dürüst’’ takım olmaları, izleyicinin işini kolaylaştırdı bence.
Yani? İki tarafın zaafları belliydi. Güçlü yanları da. Galatasaray’ın yumuşak karnı, Atletico’nun dominant olduğu taraftı mesela. Topun kaptırıldığı andaki organizasyon bozukluğu... Galatasaray, sezon içerisinde bu başlık altından goller yedi. Atletico, Barcelona karşısında kazanırken bu karakterinden beslendi. Galatasaray’a attıkları ilk gol öncesinde, Caner Erkin’in pas hatası var. Barça maçında Xavi’nin pasını kaparak Forlan’ı gole zorlayan Reyes. Diğer yandan, Atletico’nun yedi gol de öyle. Sezon boyunca arka direkte tek vuruşla sayısız gol yemişti, Atletico Madrid. Sürpriz olmadı. 1-1’lik skor avantaj. İki takımın karakteri, turun ikinci maçın ardından belirleneceğini söylüyor. Turu geçeceğimizi düşünüyorum ama.
Sonra Everton veya Sporting Lizbon. Muhtemelen Baros dönecek. Kewell da bir ihtimal. O zaman farklı olur. Çeyrek Final’i göreceğimizi düşünüyorum açıkçası.
Lige dönecek olursak, sizce Rijkaard'ın ligde kendine koyduğu hedef nedir, Türkiye ve takımına ne ölçüde alışmıştır? Bunların nihayetinde de sezon sonunda esas amaca giden yolda araç olarak kullanılabilecek bir lig şampiyonluğu gelir mi?
Eray Sözen; Galatasaray Dergisi’nin 86. sayısında (Ocak 2010) Frank Rijkaard ile yapılan bir söyleşi var. Orada kendisine değişik yollarla yöneltiliyor bu sorular. Rakamlardan bağımsız olarak; oynatmak istediği futbolu, ‘’herkesin keyif alabileceği çekici bir futbol’’ olarak tanımlıyor. Tabii, bu söyleşi vesilesi ve Mehmet Şenol’un jesti ile ben de Frank Rijkaard ile tanışma fırsatı buldum. Karakterini ve olaylara bakış açısını görünce; kendisine daha fazla inandım. Galatasaray’da olduğu için kendimizi şanslı hissetmeliyiz.
Farklı tartışmalar yapılıyor tabii. Enteresan hakikaten. ‘’Bu adamı eleştiremeyecek miyiz biz!’’ kompleksi ile insanlar, inanmadıkları sözler sarf edebiliyorlar. Bunu kelimelere dökemiyorum. Eleştiri olacak muhakkak, ama çok farklı. İçinden çıkamayız şimdi. Zaman içerisinde Türkiye’ye alıştı, Rijkaard. Ve çok kritik bir dönemi de aştı aslında. Büyükşehir Belediyespor maçının ardından TSL’de dördüncü sıraya düşmüştü, Galatasaray. Şimdi lider. Bunu bir kenara koyalım. Takım karakterini anlayabilmek için. Beşiktaş ve Atletico Madrid maçları başarı ile atlatıldığında; sorunlar, iyice minimize edilir.
Sezon sonunda ise, şampiyonluğun geleceğini düşünüyorum açıkçası. Güzel olacak.
Eray Sözen; El değiştireceğini sanmıyorum. Umarım da değiştirmez. Sportif anlamda gayet iyi durumda, Galatasaray. Kulüp bazında sürekli yeni projeler görüyoruz. GSBilyoner, GSMobile, GSTV, GSBonus… Aslantepe, sene sonuna yetişecek şekilde ilerliyor. Çoğaltılabilir örnekler. Ama bu konularda pek söz sahibi olmadığım için, susuyorum. Sonuç ne olursa olsun; Galatasaray kazansın.
Ligde bu sezon 3 büyükler dışında Bursaspor, Kayserispor ve Trabzonspor'un da zirveye ortak olduğunu görüyoruz. Rakiplerin performansı lig sonuna kadar sürer mi, bu sezon sürpriz bir Anadolu Şampiyonluğu izleyebilir miyiz?
Eray Sözen; Futbolun duygusal tarafı işleyebiliyor çoğu zaman. 90’lı yıllara döndüğümüzde hatırlayabileceğimiz birkaç performans var. Kocaelispor mesela. Ya da InterToto Kupası’ndaki unutulmaz koşusu ile Bursaspor. Karlsruhe maçları müthişti. Devam eden süreçte, 2000’lerin ilk bölümünde, Gaziantepspor ve Gençlerbirliği’nin heyecan verici dönemlerini de tecrübe ettik.
Galatasaray, Fenerbahçe veya Beşiktaş taraftarı olsa da insanlar, bir yandan hep ‘’sürpriz’’ tarafına kayarlardı çoğu zaman. Şimdi, öyle değil sanki. Bursaspor ve Kayserispor’un çıkışları, belki de bu yüzden, o yıllardaki kadar ilgi ile karşılanmıyor. Tam bilemiyorum. İki takımın buralarda olması sürpriz değil bence. Sezon başında Gaziantepspor’un da şansının olabileceğini düşünüyordum, şaşırttılar. Mayıs ayına geldiğimizde; Galatasaray ve Fenerbahçe’nin ilk iki sırada yer alacaklarını sanıyorum. Bursaspor, çok dengeli bir takım. Arkalarında büyük de bir şehir var. Onlar da üçüncü olacaklar gibi geliyor bana. Ama şampiyonluk için şansları az.
Eray Sözen; Cavaliers’ın ana hedefi, LeBron James’i ikna etmek tabii. Ve bence böyle bir ihtimal hâlâ var. Hem de çok güçlü. Ne olması gerekir? NBA Finalleri’ne çıktığına göre, şampiyon. 2010 Yazı’nda parmağına şampiyonluk yüzüğünü takan LeBron, Ohio’dan ayrılmayabilir. Amar’e Stoudemire takası için yoğun uğraş verdi, Cleveland Cavaliers. Çok büyük artıları vardı. Belki, LeBron’u takımda tutmaya yetecek kadar. Diğer yandan, bazı riskler de içeriyordu. Kariyerinin büyük bölümünü takımının en skorer oyuncusu olarak geçirdi. Üst düzey oyun kurucularla oynadı. Cavs’e gelse; ikinci planda kalmayı kabul etmeliydi. Kolay gerçekleşmeyebilirdi bu süreç. Ve iyi giden takımın ritmi bozulabilirdi.
Amar’e için istenilen oyuncular arasında J.J. Hickson vardı ayrıca. Birtakım dezavantajlarına rağmen, gelecek vadeden 21 yaşındaki bir uzundan vazgeçmek kolay değildi. Bu noktada; Antawn Jamison hamlesini anlamlı kılan iki ayrıntı çıkıyordu ortaya. Birincisi; Jamison’ın egodan tamamen arınmış oyun karakteri. İkincisi; LeBron’un Jamison isteği. Jamison, Wizards’da Arenas ve Butler’ın bile liderliğini kabul etmiş; buna rağmen yaptığı işlerle her zaman öne çıkmayı başarmış bir isimdi. Cavaliers’ta LeBron’un yolunu açacak. Ayrıca Cavs için ‘’skor opsiyonu’’ olacak. Dört numara oynadığı dakikalarda savunmacısını yay gerisine çekecek. Gibi. Artıları saymaya devam edebiliriz. Olumsuz anlamda, yaşı sorun olabilir tabii. Fena sayılmayan bir kontrata sahip. 2011-12 sezonu sonuna kadar 28 milyon dolar alacak. İstenileni verememesi, Cavs’i sıkıntıya sokar. Ama LeBron, Jamison’ı iyi kullanacaktır.
Dallas Mavericks’in Caron Butler hamlesi, içerisinde birçok doğru barındırıyor. Orada tabii daha arka planda kalan, Brendan Haywood. Dallas Mavericks’in acil olarak bir pota altı oyuncusuna ihtiyacı vardı. Haywood, blok ve ribaund kategorilerinde ilk 10 sırada yer alıyor. Mavericks’e o bölgede sertlik getirecektir. Üstelik; Washington’ın Ilgauskas özelinde ‘’buy-out’’ deneyini uygulayacağını düşünürsek, bir sürpriz daha görebiliriz. Jason Terry, yeniden ‘’6. Adam’’ oldu. Takas döneminde kârlı çıkan takımların başında Dallas Mavericks var. Danny Ainge (Boston Celtics), Nate Robinson’dan yana kullandı tercihini. Ama neden, bilmiyorum. Eddie House, stratejik bir oyuncuydu Celtics için.

Eray Sözen; Son yıllarda NBA All-Star maçlarının değeri düşüyordu biraz. 2003 NBA All-Star maçını hatırlıyorum mesela. Ondan sonra böylesi bir heyecan yaşamadığımı söyleyebilirim. Önemli olan hikâye. Bir spor öyküsü yani. Ve 2003, bundan 100 sene sonra bile hatırlanacak cinstendi. İlk uzatmanın ardından, çok şanslı olduğumu hissetmiştim. Genel anlamda da böyle. Bizim jenerasyonumuz büyük efsaneler izledi, izlemeye devam ediyor.
Birkaç sene öncesine kadar rüya gibi olan olaylar yaşıyoruz. Dallas Cowboys Stadium’daki gösteri, tam olarak böyleydi. ‘’2010’’ yılına yakıştı. Cowboys Stadium, öylesine etkileyiciydi ki; arka plandaki tüm görüntüler, geriye atıldı. LeBron James’ten, Dwyane Wade’e. Usher’dan Shakira’ya. Açıkçası bütün bir maç boyunca, ‘’Nasıl olur, nasıl yapılır böyle bir şey!’’ diye dertleştim kendimle. Ortaokul ve lise hayatım boyunca, ikinci dönemin ilk okul gününe denk geliyordu All-Star. Anlaşırdım tabii gerekli kişilerle, daha Eylül ayında. Devamsızlık hakkımı kullanırdım henüz ilk günden. O kadar heyecanlanamıyorum artık, bu bir gerçek. Ama bardağın dolu tarafını görmek lazım.
Cuma ve Cumartesi geceleri yayın yoktu, bundan birkaç yıl öncesine kadar. Hatta NBA maçları, yalnızca Cuma gecesi olurdu 90’lı yılların sonunda (Türkiye’de). Kaçırmanız hâlinde, tekrarı olmayan tek bir maç. Neyse. Keyif almak gerekiyor, mutlaka keyif alınacak tarafları vardır. Ancak bazı gerçekleri de görmek lazım tabii. Smaç Yarışması, Nate Robinson’dan sonra tat vermiyor maalesef. Aslında ironik. Son yılların en unutulmaz smaçları, hep Robinson’a karşı yapıldı. Andre Iguodala’nın smacının şaşkınlığını yaşamaya devam ederken; Robinson’ın elindeki kupayı görmüştüm 2006’da. Geçtiğimiz sene Rudy Fernandez ve Dwight Howard’ın yaşadıkları unutulmaz. İşin farklı bir boyutu daha var. Artık önemli olan, gösteri, ‘’şov’’. Bundan yıllar sonra, ‘’üç defa şampiyon olan’’ Nate Robinson değil; Superman pelerini ile havada uçan Howard hatırlanacak. Çok sayıda smaç yapıldı. Double clutch, windmill, blind dunk… Bu başlıkların altına yenisini ekleyebilecek bir oyuncu olursa eğer; Smaç Yarışması, yepyeni bir hâl alacaktır.
Geriye dönüp baktığımda; son yıllardaki tüm All-Star maçlarında farklı bir öykü buluyorum aslında. Bu da benim mutlu olmamı sağlıyor.
Eray Sözen; LeBron James’in kazanmasını istiyorum. Yaptıklarını izlemek büyük ayrıcalık. Umarım sakatlık veya başka bir sakatlık yaşamaz, Türkiye’ye gelir. Birkaç defa daha doya doya takip etme şansımız olur. 2009’da Playofflar’ın ne olduğunu gördüler. O dönemki Orlando Magic, Cavaliers’a ters gelebilecek yegâne takımdı. Çok küçük farklar belirledi sonuçları. Normal sezonun son maçındaki Sixers maçı kazanılsa, her şey farklı olurdu belki de. İlginç yani. Ama bu sezon daha iyiler. West ve Williams’ın olmadığı süreçte bile hata yapmadılar. All-Star arasına arka arkaya 13 maç kazanarak girdiler.
Önemli bir ayrıntı; LeBron James, her geçen sene daha fazla olgunlaşıyor. Henüz 25 yaşında. Ve biz O’nu, kariyerini bitirecek bir sorun yaşamadığı takdirde, en az 2020 yılına kadar izleyeceğiz. Bunu düşünmek, bir basketbolseveri motive eder. NBA Finalleri’ne dek ‘’saha avantajı’’ onların olacaktır, birinciliği kimseye kaptırmazlar bence. Diğer yandan; Playofflar, biraz ürkütücü tabii. Her şeye rağmen. 2009’da ‘’LeBron vs. Kobe’’ senaryosunun karşısına çıkmıştı, Orlando Magic. 2010’da olabilir. Kobe Bryant’ın sahip olduğu avantajlar çok büyük. Yokluğunda dört maç kazandı Lakers. Cavs’in LeBron’dan yoksun olduğunu düşünelim mi bir an için?
Doğu’da Orlando Magic, sezon başında yaratılan kadronun hakkını veremiyor şimdilik. Daha iyi olmalılardı. Atlanta Hawks, saha avantajını alacak. Toronto’nun kötü başlangıç sonrası dönüşü önemli. Playofflar’da Charlotte ve Boston’un birbirlerini bulması, ilgi çekici olabilir. 2008’de Atlanta ve 2009’da Chicago, Boston karşısında üç maç kazandılar. Yetmedi, ama Boston ile büyüdüler. Charlotte benzer bir etki görebilir Boston’dan. Batı’da Oklahoma City Thunder’ın Playoff performansını beklemek heyecan verici. İlk sekiz şekilleniyor orada. San Antonio’nun fark yaratması, sürpriz olur bu dakikadan sonra.
Blogunuz 2007'den beri yayınlanıyor ve sanırım bu özelliğinizle ilk bloglardan birisisiniz. Nasıl başladı blog yazmak, ilk günkü isteğin ve hedefin neresindesiniz?
Eray Sözen; Başa dönmem gerekebilir. Çocukluğumdan beri, her boş anımda sporla ilgili bir şeyler karalamayı severdim. Hâlâ çok sayıda defter vardır sakladığım. Odamı düzenlemek için çalışmalara başladığım her günde karşıma çıkarlar, ama vazgeçemem bir türlü onlardan. Bloga başlangıç amacım, yazdıklarımı arşivlemekti. Yalnızca kendim için, ilk etapta. Daha sonra değişti tabii şartlar. Ben hiçbir şey yapmadım açıkçası. Yorumların nereden kontrol edildiğini dahi bilmiyordum, bir şekilde farklı boyutlara geldi. İstek anlamında, her zaman. Çok büyük bir keyif bu. Diğer yandan, hedeflerim hep olmuştur. Ama böyle bir şey tasarlamadığım için en başta, ‘’Şimdi neresindeyim o hedeflerin?’’ diye kendime sorduğum an; bir cevap bulamıyorum açıkçası. Yazdıklarımı arşivlemekse hedef, evet. Hâlimden memnun olduğumu söyleyebilirim.
Son olarak Sportif Cümleler'i soralım. Nasıl buluyorsunuz blogumuzu, iyi veya kötü eleştirilerinizi alabilir miyiz?
Eray Sözen; Enerjinize imreniyorum. İki kişi ile idare edilen bir blogda gündemi kaçırmamanız, sürekli aktif olmanız, etkileyici. Kendi tarafımdan baktığımda, ayırt edici özelliğiniz olarak bunu görüyorum –ki burada önemli olan, ‘’Aman kaçırmayalım, yazalım.’’ tadında değil; özenilen ve daha önceden üzerinde çalışıldığı görülen, emek kokan yazıların ortaya çıkması. Tabii, bir de en üstte, sarı ve kırmızıyı görmek. Keyifle takip ediyorum.
Çok güzel bir röportaj olmuş. Çok uzun zamandır takip ettiğim 15-20 spor blogundan ilk tanıştığım blogtur Eray Sözen'in blogu. Çok düzgün bir Türkçeyle, çok güzel bilgiler vererek yazdığı yazıları okumak büyük bir keyif oldu her zaman.
YanıtlaSilEray Sözen'i ve sonra diğer blogları farkedince zaten hiç izlemediğim spor programlarını hiç mi hiç ilgi göstermemeye başladım. Bilgi ufkunun genişlemesi için blogların bu kadar etkin rol alabileceğini kim tahmin edebilirdi ki? Bunu nacizane sinema blogu yazmaya çalışan biri olarak ben de söylüyorsam bu gerçekten çok şaşırtıcı ve güzel bir şey demektir. (:
Sportif Cümleler'e de düşüncelerimi yazmama teşvik edecek yazıları için teşekkür ederim.
Başarılar dilerim.