30 Eylül 2011 Cuma

Galatasaray 77-64 Paok / Euroleague'e 2 Kala

Kağıt üzerinde bakınca, en çok beklenti duyduğumuz iki yabancı Lakovic ve Songalia gibi duruyor. Gerek kaliteleri, gerekse tecrübeleriyle. Ama Eurobasket'ti derken geç döndüler, diğer isimler gibi takımla daha fazla çalışamadılar ve Ender Arslan misali de bir Oktay Mahmuti geçmişleri yok.

Buna rağmen, onların devreye girmediği bir ortamda Paok'u 13 sayı farkla yenebiliyoruz. Sezonun başı olması, bazı şeylerin yeni yeni rayına oturması da önemli etkenler tabii ama sezon başı hazırlık kampını çok iyi geçirdiğimiz de ortada. Maçın ilk yarısına baktığımızda Andric ve Tutku'nun geçen sezondan kalan müthiş ikili oyunlarıydı bizi ayakta tutan.

İkinci yarıda ise Ender Arslan'ın Tutku ile rolleri değişmesi ve gerek skor gerekse organizasyon anlamında takımı taşımaya başlamasıyla kademe kademe skor yükseldi. Burada Furkan Aldemir'in pota altına getirdiği sertlik ve dinamizimden, Jamon Lucas'ın savunmacı kimliğinin yanına eklediği skorer kimliğin de altını çizmek lazım.

Genel anlamda ise savunmacı bir takımız, basit hata oranı sezon başı olmasından dolayı biraz daha fazla olmasına rağmen o savunmanın beraberinde getirdiği hücumla Paok engelini kolay, fazla yıpranmadan geçtik. Yıpranmamak önemli, önümüzde bundan daha zorlu geçmesi beklenen iki maç daha olacak. Ayrıca bu maçın daha erken kopmamasının sebebi de Paok'un bulduğu kritik üçlükler, buna zorlama da diyebiliriz, şans da diyebiliriz. Çünkü zorlama üçlükler, sistemin getirdiği değil de bireysel yaratılan şutlar.

Buna rağmen 13 sayılık bir fark, Euroleague'e 2 kaldı...

Üç Aşamalı Milli Takım

Her Milli Takım teknik direktörünün kafasında yarattığı bir iskelet kadro olur, genellikle de bunun dışına pek çıkmazlar. İnce rötuşlar gelir arada, o dönem formda olan isimlere de yönelinir. Ama Hiddink'in şu zamana kadar o isimlere yöneldiğini pek görmedik, Hollanda'yla oynanan hazırlık maçından bu yana oluşturduğu havuzdan yararlandı genelde, kadroda mutlaka olması gerektiğini belirttiğimiz isimler şans bulamadı, hatta Mevlüt Erdinç gibi ilk etapta şans verdiği isimlere de kadroda yer vermemişti.

Bu sefer yelpazeyi geniş tutmuş, Almanya ve Azerbaycan maçları için 28 kişilik bir kadro var. Çok geniş bir kadro, sonuçta iki maçta da şans bulacak futbolcular sadece 18 kişi. Ama her türlü detayı düşünmek, bazı isimlere ''siz hala Milli Takım'ın oyuncusu durumundasınız'' mesajını vermek ve form itibariyle formayı hakeden bazı futbolculara da artık kadroda yer veriyor olması olumlu gelişmeler.

Açıklanan kadroda fazla eleştirilecek bir yön bulamadım, genel itibariyle doğru bir kadro. Aurelio ve Mevlüt Erdinç gibi önceden kadroda yer verdiği isimleri tekrar havuzun içerisine dahil etmiş. Mevlüt açısından olumlu ama Aurelio'nun yaşı düşünüldüğünde neden daha genç bir isim değil de o sorusu da geliyor aklıma. Mehmet Topal'ın Selçuk Şahin'in arkasında kaldığı bir ortamda Aurelio zor forma şansı bulacaktır, tıpkı Gökhan Gönül ve Sabri varken Serkan Balcı'nın zor şans bulacağı gibi. Ama Serkan Balcı çok uzun zamandır hakediyordu bu kadroyu, orası ayrı.

Stoper konusunda da Göhan Zan, Servet Çetin, Egemen Korkmaz, Remzi Giray Kaçar, Ömer Toprak'lı bir rotasyon var. Gökhan Zan neden kadroda diye eleştirmeyeceğim, çünkü rotasyon çok güçlü ve ilk alternatif Gökhan Zan olmayacaktır, belki de Serdar Kesimal iyi durumda olsaydı o olmayacaktı. Ömer Toprak yeni isim tabii, mutlaka 11'de kendine yer bulur ve sıkıntı çekilen stoper rotasyonuna da çok sağlam bir hamle oldu ve Giray'ın da Milli Takım'da yer bulması çok sevindirici.

Nuri Şahin yok, Emre Belözoğlu'nun durumu belirsiz ama Hamit Altıntop döndü. Sıkıntı eğer olacaksa orta saha konusunda olabilirdi ama Hamit'in dönüşü olumlu. İyi bir kadro yani, doğru seçimler fazlasıyla var. Almanya ve Azerbaycan son danslarımız olacak, hata şansı yok ve bunun adına da lüksten kaçınılmamış...

Aday kadroya şu oyuncular davet edildi:


Kaleciler: Volkan Demirel, Sinan Bolat, Tolga Zengin


Defans: Gökhan Gönül, Sabri Sarıoğlu, Serkan Balcı, Göhan Zan, Servet Çetin, Egemen Korkmaz, Remzi Giray Kaçar, Ömer Toprak, Hakan Balta, İsmail Köybaşı


Orta saha: Hamit Altıntop, Mehmet Ekici, Tunay Torun, Selçuk İnan, Selçuk Şahin, Emre Belözoğlu, Mehmet Topal, Yekta Kurtuluş, Mehmet Aurelio, Arda Turan, Gökhan Töre


Forvet: Burak Yılmaz, Mevlüt Erdinç, Kazım Kazım, Umut Bulut

Stoke City'nin Ağırlığı Premier Lig'den Mi Kaynaklı?

Çok hakim olduğum bir konu olmasa da şunu demeliyim. Stoke City'nin bu ağırlığı ekolden mi yoksa Premier Lig'in ağırlığından mı kaynaklı. Stoke City adına ekol denmesinin sebebi eski günleri olsa gerek ama o günlerin mazide kaldığını da söylemek lazım. Premier Lig'in ağırlığı ise her zaman var, en kötü durumda olan takımıyla bile oynarken ''Premier Lig'' takımı diyorsunuz.

Stoke City için de bunları söyledik. İçeride güçlü bir atmosferi olan, Manchester United, Chelsea ve Liverpool gibi takımlarla başa baş oynayabilen, kendini de sistemiyle kanıtlamış bir takım. Yüksek toplarla oynuyorlar, oyunu rakibin oynamasına izin veriyorlar ama akabinde repertuara şutları da ekleyerek yüksek toplar ve uzaktan atılan şutlarla sonuca gitmeye çalışıyorlar. Beşiktaş karşısında da yaptıkları buydu ve Stoke'e puan kaybeden her takım gibi ''bu takıma nasıl kaybettik'' dedik ve genel kanı da Beşiktaş'ın iyi oynadığı yönündeydi.

Schuster dönemi başarısız geçti. Bir felsefe oturtmaya çalıştı, hücumu benimsedi ama futbolun hücum dışında da var olduğunu unuttu sanki, ön taraf için en kaliteli malzemeleri kullanırken, arka taraf adına malzemeden çaldı bir bakıma. Dolayısıyla da bina çöktü. Bu sezon ise farklı, yine aynı hücum var Beşiktaş'ta. Hatta daha alternatifli takviyelerle ve daha güzeli savunma adına da büyük bir revizyon yapıldı, arka tarafta sağlam. Arkayı da sağlama alınca, önde oynayan kaliteli hücum ayaklarına dayanarak felsefesinizi hücum olarak belirlemeniz lazım ve Stoke City karşısında da yapılması gereken buydu aslında.

Ama Beşiktaş temkinli oynadı, Fernandes'in orta sahadan hücuma çıkıp oyun yönlendirmeleri ışığında sürekli Quaresma üzerinden oynadı, bireysek yeteneklere dayandı yani ve o bireysel yeteneğin attığı muhteşem pas ışığında da 1-0'ı buldu. Buna rağmen Türk futbolunun genel hastalıklarından biri olan uzun top hastalığına onlar da yakalandı, hele de Stoke City gibi varını yokunu buna dayamış bir takım karşısında da işiniz çok daha zor ve Stoke City, duran toplar ve yüksek atılan toplar ışığında 1-1'i buldu, ikinci yarıda da yaptığı oyuncu değişiklikleriyle hız faktörünü de devreye sokmaya başladı ve genel baskıyla da 2-1'i buldular. Basit bir penaltıyla ama o golün geleceği de belliydi sanki.

Beşiktaş'ın sorunu 1-1'den sonra oyunu yönlendirememek. Burada beraberlikle ayrılmak elbette başarı ama kazanılabilecek bir maçın 1-1 bitmesi beni üzen taraf. Necip Uysal konusunda fikir ayrılığına düştüm mesela. Savunma anlamında harika bir iş çıkardı ama ondan bir diğe beklenti de hücum tarafında. Ona verilen görev bu muydu bilmiyorum ama Necip'in de hücuma katkı vermesi Fernandes'i, dolayısıyla da Beşiktaş'ı rahatlatabilirdi. Fernandes bu açıdan tek kaldı ve Simao'nun da aynı tempoyla Quaresma'ya eşlik etmemesi hücumlarda farklılık getirmedi.

Edu üzerinden hiç konuşmuyorum bile, rakip 60. dakikada üç değişikliği gerçekleştirip, oyunun yönünü kendi tarafına çekerken, Holosko 2-1'den sonra oyuna giriyor ve sizin de santraforunuz piyasada yokken gol atmanız bir o kadar zorlaşıyor. Ancak Quaresma alakasız bir yerden vurur, rakibe çarpar ve direğe değil de kaleye gider top. Gol böyle gelebilirdi bu maçta ve gelmedi haliyle de.

Savunma, mücadele anlamında gösterilen emek muhteşem, bu açıdan baktığımızda Necip ve Aurelio gibi isimler maçın adamı bile seçilirler ama yanlış felsefenin doğruyu yapan parçaları oldu onlar ve o yanlış felsefe de beklenen puanı getirmedi. Eğer beraberlik için değil de kazanmak adına birşeyler yapılsaydı ben galibiyetin kaçınılmaz olduğunu düşünüyordum. Ernst kafadan sahaya sürülebilirdi mesela ya da Edu'ya bu kadar sabredilmeyip, Pektemek veya Holosko faktörleri düşünülebilirdi. Bu da ağır rakibe karşı size hız silahını kazandırırdı, yüksek toplara oranla da sizin kazanma şansınız daha fazla olabilirdi.

Benim kanım, Beşiktaş yanlış felsefeyi çok iyi oynadı ama o yanlış felsefe puanı getirmedi Beşiktaş'a. Doğru felsefe buradan mutlak puanı çıkarırdı...

29 Eylül 2011 Perşembe

Alex De Souza'dır Forvet

Bazı 10 numaralar vardır, önlerinde oynayan forvetleri yüceltirler. Bazı 10 numaralar ise hem gol hem de asist kimliğini beraberinde taşır, Tsubasa misali takımını yüceltir. Ama o 10 numaraları da orta saha olarak nitelendirmem ben, onlar forvet oyuncusudur.

Alex gibi mesela. Bana kimse Alex'in orta saha oyuncusu olduğuna inandıramaz, hatta Alex de ben orta saha oyuncusuyum dese yine inanmam. Alex, forvettir, hücumun bütün silahları elindedir ve yukarıda verdiğim ikinci örneğe uyar. Fenerbahçe'nin Tsubasa'sıdır yani, oranlara baktığımızda da en çok golü o atmıştır, en çok asisti o yapmıştır. Bu istatistikleriyle de Fenerbahçe'yi yüceltir, hatta bana göre ülkemizin gördüğü en iyi yabancı forvettir.

Orta saha oynamak başka bir olay çünkü, Hagi'ydi bunun en güzel örneği. İşte ben bu yüzden Hagi ve Alex'i asla kıyaslamam, farklı iki pozisyonun muhteşem sanatçıları onlar. Alex'i ne zaman orta sahanın derinliklerine çekseler Alex'in verimi ve istatistikleri inişe geçti ama forvetin hemen arkası hatta Aykut Kocaman'ın sisteminde Niang solda ve Alex en ileri uçta gibi oynadığında da istatistik rekorları kırdı, özellikle de gol anlamında.

Ama Alex'e ne zaman sorulsa ''ben orta sahayım'' der, saygı duyarım ama katılmam. Mevzu ise başka, Alex'in oynadığı santraforlar üzerine yazıyorum bu yazıyı.

8 yıldır bu takımın formasını giyiyor Alex ve bu 8 yıl boyunca da takımın vazgeçilmezi, en iyi futbolcusu oldu o. 2004-2005 sezonunda 24 gol, 2005-2006 sezonunda 15 gol, 2006-2007 sezonunda 19 gol, 2007-2008 sezonunda 14 gol, 2008-2009 sezonunda 11 gol, 2009-2010 sezonunda 11 gol, 2010-2011 sezonunda 28 golü var, asistleri yazmıyorum bile. Bu sezona da 2 golle giriş yaptı, yani oynadığı her dönemde takımın en golcü ismi oldu.

Yukarıda da dediğim gibi, Alex önünde oynadığı forvetleri pek yüceltmez, ama bazı örnekler dışında. Nobre mesela, Alex'le beraber oynadığında değerliydi o. Beşiktaş döneminde aynı görüntüyü veremedi. Ya da Semih Şentürk. Tartışmasız, Alex'in en çok sevdiği santrafor. Semih Şentürk de onunla güzel ama Semih'in de Alex üzerinde emeği büyük. Birbirlerini çok iyi tamamlayan iki futbolcudan bahsediyoruz, çünkü Semih'in forvet arkası hatta orta saha bile oynayabilme özellikleri olduğundan Alex en ileri uca geçtiğinde görev değişimi yapıp, muhteşem bir dönüşüm sağlayabiliyorlar.

Bunlar dışında ise diğer santraforlar hayal kırıklığı. Mesela Alex, Van Hooijdonk'un ismini vermiş en iyi anlaştığım iki isimden biri diye ama böyle bir uyum asla olmadı. Alex'den önce Fenerbahçe Van Hooijdonk'un takımıydı ve Alex'den sonra roller değişti, ligin ikinci devresinde Anelka'nın da transferi gerçekleşince Van Hooijdonk gözden düştü ve sezon sonunda ayrıldı. Aynı şekilde Anelka da hayal kırıklığı oldu, Alex'le en iyi anlaştıkları maç olarak PSV maçını hatırlarım, dahası da aklıma gelmez. Deivid ise forvet olarak gelmişti ama orta sahada verim verdi, o da bu kıyas içerisine dahil olamaz. Kezman ve Güiza'yı ise anlatmaya gerek yok, herkesin yorumu aynı olacaktır.

Asist rakamlarına bakarak Alex'in bireyselliğinden asla söz edemeyiz, aksine paylaşımcı ve attığı kadar attıran bir isim ama beraberinde oynayan forvetleri çok üst noktaya getirmez. Aksine önünde oynayan o forvetler Alex'e uyduklarında ve Alex üzerinden paylaşımcı olduklarında var olurlar. Semih Şentürk de bunun en güzel örneğidir ya da Niang. O da sistem oyuncusuydu ve harika bir uyum gösterdi sistemle.

Real Madrid'li Almanlar ve Türkler

Mesut Özil'in facebook sayfasından aldığım bir fotoğraf bu. Ajax maçının öncesinde çekinmişler, belli ki güzel de bir arkadaşlıkları var. Nuri Şahin ve Hamit Altıntop bu arkadaşlığın ne tarafında bilemiyorum tabii, Hamit Altıntop daha çok ağabeyleri gibidir gerçi ama bu durumu Mesut Özil gibi bir ego kullanmaz. Yani Nuri Şahin ve Hamit Altıntop farklı bir kafa, Mesut Özil ve Khedira da apayrı bir kafa. Mesut Özil özelinde de hep iyi konuşurdum ama Galatasaray'ın Real Madrid'le oynadığı hazırlık maçında gösterdiği tutum yüzünden sempatim o derece azaldı.

Bu arada Hamit Altıntop ilk maçını oynadı ve düşen haberlere göre sakatlığı süresince Real Madrid'den para istemediğini açıkladı. Güzel bir düşünce tabii, örnek bir davranış ve az da olsa bu tip örnekleri görüyoruz. Onyewu'nun Milan'dan da böyle bir talebi olmuştu. Az olan bir beklentim var Hamit Altıntop üzerinde, umarım Mourinho rotasyonda düşünüyordur Hamit'i. Yoksa bu yol ligin devre arasında Türkiye'ye düşer...

28 Eylül 2011 Çarşamba

Yeni Bir Takım, Yeni Bir Hoca / SC Ritüeli #16

Uzun bir ara vermiştik ama ritüellere geri dönüyoruz, bu sefer bir farklı tabii. Atilla Çelik'le yola başlamıştık, şimdi biraz daha yenilendik. Futbol Ezilen Halkların Mutluluğudur blogunun yazarı sevgili Umut Ozan Darıcı da aramıza katıldı ama bir süre Atilla Abi'den mahrumuz, çünkü yoğun iş temposu nedeniyle aramızda olamayacak, o da dayanamaz bir süre sonra katılır mutlaka. Dizi film misali 16.'ya gelmişiz bu arada, üç soruda Galatasaray değerlendirmesi misali kısaca geçen dört haftayı ve öne çıkanları konuştuk Ozan Abi'yle.

Kalli'den sonraki dönemde 4-2-3-1, 4-3-3 derken yıllardır çift santraforlu bir sistemden uzaklardayız, hatta öcü gibi bile baktığımız söylenebilir. Son dönemde Fatih Terim'in 4-4-2 denemeleri oluyor ama son Eskişehirspor maçında 4-2-3-1'e dönerek bu ısrarından çabuk vazgeçti bana göre. Elmander'i tek bırakıp, onun top saklama, hücumda top tutma ve hücum pres gibi özelliklerini kullanmanın yanında Sercan veya iyi bir Baros'u da yanına ekleyip gol ve servis gibi özelliklerini de ona geri kazandırsak çok daha verimli olacağız gibi. Ayrıca da klasik bir 10 numaralı sistemde oynamamız için o tipte bir futbolcu kullanmamız lazım ama o da bizde yok, en azından Selçuk İnan o pozisyonun futbolcusu değil. Sen bu sistem, çift forvet, Elmander'di Baros'du yani işin matematiği için neler düşünüyorsun?


Umut Ozan Darıcı: Salt bu yıl itibariyle değil, senelerden beri Galatasaray'ın çift forvet oynamasını temenni ediyorum. Bundan 4-5 yıl önceki Terim'in ilk hamlesi olurdu skor 2-0'a geldikten sonra Baros'u Elmander'in yanına koymak ancak şu matematiksel futbol, takımlara sanki çift forveti yasaklamış gibi. Bunda Barcelona'nın oynadığı futbolun büyük etkisi var. Herkes benzer biçimlerde sahaya takım diziyor. Belki biz yanlış düşünüyoruz ve doğrusu böyle oynamaktır ama Türkiye Ligi'nde hiç düşünmeden tahtaya iki forveti sıralarım. Üstelik Elmander, yanında oynayacağı forveti rahatlatacak özellikleri sahip. Bunu kullanmak gerek.


İlk dört haftadaki genel kanın ne oldu, nasıl bir Galatasaray portresi oluştu kafanda ve uzun vade için ne gibi fikirler edindirdi bu dört hafta sana?


Umut Ozan Darıcı: İlk dört haftadaki futbolu ilerisi için argüman kabul etmemek gerekir. Yeni bir takım, yeni bir hoca. Her şeye silbaştan başlamışız gibi bir görüntü var. O yüzden beklemek gerektiğini düşünüyorum. Kılıçları çekmek için çok erken. Ama sahaya baktığımızda da Eskişehirspor karşılaşması hariç ümitvar görüntüler izleyemedik. Savunmanın durumu Ujfaluši olmasa çok iç açıcı değil. Hücumda çoğalırken, rakip çok rahat yerleşiyor savunmaya. Biraz oynama yeteneği kazanmak gerekir.

Ne olumlu ne de olumsuz konuşmak için daha erken. Üstelik garip bir lig sistemi, at yarışı gibi sürekli sahaya sürülen futbolcular için çok daha erken.

Futbolcuların aldıkları ücretler üzerine çok konuştuk. Özellikle de Melo ve Riera üzerinde. Bu yüksek ücretler de beraberinde yüksek beklentiler getiriyor ve olası eleştiri okları da kafadan hazırlanıyor tabii. İlk dört haftaya baktığımızda ise Melo, aldığının hakkını veriyor gibi, hatta Riera da verecek sanki ama ilk 4 haftada attığı 3 golle Melo farklı bir konumda. Erken konuşuyoruz belki ama 10 numarayı da hakkıyla taşımaya başladı ve tavırları, hareketleriyle şimdilerin en popüler isimlerinden biri. Sen Felipe Melo için neler söylemek istiyorsun?

Umut Ozan Darıcı: Şu para meselesi üstünde çok uzun uzadıya konuşabiliriz. Örneğin; Messi, Ronaldo veya Rooney'in de gereğinden fazla para aldığı düşünüyorum. FIFA bir kural çıkartsa, "Bundan sonra dünyada hiçbir futbolcu 1 milyon doların üstünde para alamayacak" diye sence futbolu bırakırlar mı bu isimler yoksa devam mı ederler. Tabii ki devam ederler ama tabii iş bir oyundan çıktı, sektörel durum noktasına geldi.

Türkiye gibi milyonlarca yoksulun olduğu ülkelerde Gökhan Zan'ın aldığı parayı çok yüksek buluyorum. Ya da Hakan Balta'ya SSK+Yol+Asgari ücretten fazlası veriliyorsa da gereğinden fazladır.

Brezilyalı futbolcuların Galatasaray'la ilişkisi malum. Üstelik, iş ahlâklarını çok kuvvetli bulamıyorum maalesef. İlk kez bir Brezilyalı oyuncunun bu denli efektif oynadığını görüyorum. Okuyanlar kızacaktır, Lincoln'ü hiçbir zaman sevemedim, en iyi oynadığı zamanlarda bile. Bir tek Elano'dan umutluydum, "Bu son oldu" demiştim. Kesin konuşmamak gerekirmiş, onu anladım Melo'yla birlikte.

Herifin pek çok artısı var. Oyun hakimiyeti, pozisyon bilgisi, oyun zekâsı, kademe anlayışı v.s. v.s. Defansif bir orta saha futbolcusu, saha içinde ne yapması gerekiyorsa hepsini yapıyor. Benim için en kritik hadise, savunmanın içine kadar gelip tehlikeleri bertaraf etmesi. Fiziği sayesinde hava toplarında da savunmaya fazlasıyla yardımcı oluyor. Gol atmasın, sadece bu işi yapsın yeter. Herif gol de atıyor, üstüne söylenebilecek bir şey kalmıyor.

Umuyorum sakatlık yaşamaz ve böyle devam eder. Şurası kesin ki, senelerdir yapılan en olumlu yabancı transferi Ujfaluši'yle birlikte. İkisi de büyük kazanç. Riera'ya gelince, birkaç hafta sonra daha iyi olacağını düşünüyorum.

Hepimiz Bidonuz


Henüz dört hafta geçmiş, konuşmak için çok erken, erken konuşup sonraları başımıza neler geldi gibisinden örneklerimiz de çok ama huyumdan da vazgeçmiyorum, erken konuşmak istiyorum. 1-2 ay öncesi geliyor aklıma çünkü, aldığı ücret çok fazlaydı, bidondu gibisinden. Bu Felipe Melo bidonsa hepimiz bidonuz demek istiyorum, umarım bu performans, bu istek, bu adrenalin devam eder. İhtiyacımız var çünkü, böyle coşkuyla yaşayan ve o coşkuyu da bizlere aşılayan bir futbolcuya...



27 Eylül 2011 Salı

İlk Maç, İlk Heyecan, İlk İzlenim

Benim beklentim mi çok üst düzey bilmiyorum ama Engin Baytar'ın Eskişehirspor karşısındaki performansını çok tutmadım. Futbolcu özelinde beklentim büyük, ondan daha fazlasını istiyorum, orası kesin. Engin Baytar da aslında Kazım Kazım misali sırtındaki kamburla geldi, o kamburu da bir an önce atması gerekiyor. O kambur da sorunlu futbolcu imajı tabii ama bu konu hakkında daha önceden konuştuğum için üzerinde durmuyorum. Bu mevzunun cevabı zaman çünkü.

Yönlü bir futbolcu Engin Baytar. Onu hücumun jokeri gibi kullanabilirsiniz. Kanatlarda da oynar, forvetin arkasında da, orta sahanın hücum yüzü olarakta. Eskişehirspor karşısında ise forvetin arkasında, 4-2-3-1'in hücum merkezinde oynadı. Bu sistemde genelde klasik 10 numaralar bu işi üstlenirler, bu sistemle oynamaya devam edeceksek eğer Diego'nun transfer edilmesini isterdim ya da Lincoln hiç bu sorunlarla uğraşmasaydı da hala oynasaydı.

Ya da Alex misali kullanırsınız forvetin arkasını, ikinci bir forvet gibi. Bizde de Sasa İliç yapıyordu bu işi ve çok da başarılı olmuştu. Forveti tamamlayarak, ikinci hatta Gerets dönemini düşünerek üçüncü bir forvet gibi oynardı, iyi de bir gol oranı vardı. Engin Baytar'ın da bu sistemdeki rolü bu olabilirdi diyorum ama ilk maçta da klasik bir 10 numara gibiydi. En azından hücumda.

Genelde savunma konusunda bu futbolcular sıkıntı yaşar, hücum presleri yoktur ve hareketli de oynamazlar. Engin Baytar'ın ise hareketli futbolu, hücum presi işin savunma tarafında etki etti. Hücumda ise attığı bazı pasların hatrı var, henüz ilk maçının olması, uyum süreci derken sisteme uyum sıkıntıları gösterdi ve onun yapması gereken işi daha çok Selçuk İnan yaptı. Benim de beklentimin yüksek olması ve Baytar'ın kafamda yarattığım tarzın dışında bir tarzda oynaması da iyi bir maç geçirmedi dedirtti bana.

Ama genel kanı olumlu yönde, henüz ilk maçından imajı çökertmek adına attığı adım güzel. Fatih Terim de onu övdü, açıklamalarına bakarak gelecek haftalarda da Engin Baytar üzerinde ısrarcı olacağını görüyoruz, dolayısıyla da 4-4-2'ye veda aslında. 4-2-3-1 ısrarı da beraberinde gelecek ve Engin Baytar'ın rolü daha da kritik olacak. Bu sistemin en olmazsa olmaz parçalarından biri o merkez hücumcu. Umarım kısa sürede bu uyum sorunu çözülür, fizik olarak güçlenir.

Hırsın ve Beklentinin İmzası

Her teknik adamın kendine göre artıları var. Kimi gittiği yere felsefe getirir, kimi direk başarıya oynar uzun vadeli düşünmez, kimi ise gençlere önem verir gibisinden özellikler. Tolumay Kafkas da genç oyuncuları seven, potansiyeli olan ama parlayamamış isimleri parlatan bir teknik adam. Scout ağından konuşuyoruz mesela, her takımın ihtiyacı var bu sisteme.

Özellikle de gurbetçilerin parladığı ve ülkemizdeki pahalı yerli piyasasında. Kayserispor'da mesela Süleyman Hurma gerçeği var, sevelim ya da sevmeyelim ama buluyor adam o genç isimleri. Tutan tutuyor, çok daha önemli rakamlara büyük kulüplere satılıyorlar. Tolunay Kafkas da bu ekolden işte, Kayserispor macerasının ardından Gaziantepspor günlerinde de bunu uyguladı. İlk sezonunda da aslında beklenmeyen bir başarı sağladı, ligin ilk yarısındaki duruma bakarak söylüyorum bunu.

Ligin ikinci yarısında yakaladığı ivmeyle 4. oldu, bir sonraki sezon adına Gaziantepspor geliyor mesajını da verdi. Sezon başında ise iskeleti koruyarak, bu iskeletin üzerine doğru isimleri getirdi, benim de beklentim bu yüzden büyüktü. Hatta Bursaspor'un bile önüne koyuyordum Gaziantepspor'u ama Avrupa Ligi'ne havlu atmaları, ligin ilk 4 haftasında puan alamamaları derken Tolunay Kafkas istifa etti, önce döndü, sonra bir daha etti. Bu dönüş ve sonrasında yine ayrılma sürecinde de parlayan değerine bir haftada çok büyük bir darbe vurdu.

Bu kadar erken ayrılığın altında dediğim gibi beklentiler yatıyor. Geçen sezonda da bundan farklı bir başlangıç olmadı, ilerleyen haftalarda yükselen bir ivme vardı. Ama beklentilerin büyümesi bu sabrın ortadan kalkmasını sağladı, en azından Tolunay Kafkas için. Gaziantepspor'un hocayla devam etmek istediğini düşünüyorum, sonuçta gelebilecek herhangi bir yerli teknik adamın çok farklı işlere imza atacağını, takımı zirveye taşıyacağını düşünmüyorum. Tolunay Kafkas'ın 1.5 senede oluşturduğu felsefe var ne olursa olsun, onun takımıydı bu ama erken bir kaçış yaşadık.

En azından ben Tolunay Kafkas'ı daha yukarıda bir konumda beklerken önümüzdeki birkaç yıl adına büyük bir darbe indirdi bu beklentime. Bülent Uygun'un Sivasspor'dan ayrılığı gibi de değil bu aslında, orada bir değişim yaşanmıştı ve başarısızlık sonucunda Bülent Uygun ayrıldı. Burada da kısa vadeli bir başarısızlık görünüyor ama eldeki malzeme iyi. Yine de Tolunay Kafkas devam etmek istemedi, belki başka şeyler düşünüyor ama bu hırs, bu aceleci beklenti onu çok büyük bir teknik adam yapmaktan öte, bir yere kadar gelmiş ama daha iyisi olamayacak bir noktaya taşır. Benim bile düşüncelerimi tamamen değiştirdi, oysa ben Tolunay Kafkas'a fazlasıyla inanıyordum.

Gaziantepspor'un da asansör bir teknik direktörle anlaşmasını beklemiyorum. Şu saatten sonra yabancı bir teknik adam da gelmez, gelen de buraları bilmeli. Daum veya Couceiro gibi ama yerli iyidir. Abdullah Ercan'la görüşüyorlardı, farklı bir yol deneyecekler, Tolunay Kafkas felsefesinin devamı gibisinden, belki de bu yazı yayına girdiğinde bu anlaşma sağlanmış olur. Abdullah Ercan ise ne yapar bilemeyiz, uzun vadeli düşünmek gerekir.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Galatasaray 2-0 Eskişehirspor, Rahat Kazanılan Üç Puan Candır

Şu anki mevcut kadronun 4-4-2'ye uygun olduğunu düşünen biriyim. Elmander veya Baros'lu ya da mevcut formsuzluğuna devam etmesi durumunda Sercan Yıldırım'lı bir kadro olabilir diyorum. Samsunspor maçının 1-1'den sonraki süreci ve Karabükspor karşısında ilk 10 dakikada oynanan futbol da 4-4-2 kanımı daha da güçlendirdi.

Fatih Terim ise Eskişehirspor karşısında 4-2-3-1'e döndü. İlk etaptaki düşüncem şuydu aslında. Engin Baytar'ın klasik bir forvet arkası gibi değil de Sasa Iliç misali kullanılacağını düşünüyordum. Çünkü Engin Baytar, kreatif ve hareketli bir futbolcu, bu role de fazlasıyla uyabilir. Böylece de Selçuk İnan esas mevkisine geçerek beklenileni verebilirdi. Ayrıca Melo ve Selçuk İnan'lı bir orta saha göbeği varken de klasik bir 10 numaranın eksikliğini fazla duymayabilirsiniz, özellikle de bu tip maçlarda.

Engin Baytar'ın maç eksiği var, takıma sonradan katılan bir isim. Uyum ve kendini toparlama süreci olacaktır ama ilk maçından değerlendirirsek onu beklediğim gibi oynamadı. Hareketliliği, hücum presi güzel yanlarıydı ama ikinci bir forvet gibi değil de, paslarıyla oyuna yön vermeye çalışan bir klasik 10 numara gibiydi ve bu da Elmander'i fazlasıyla yalnız bıraktı. Burada da şu noktaya değinmek lazım.

IBB maçında Baros'un etkisizliğinden, güçsüzlüğünden konuştuk. Samsunspor maçında da bu devam etmişti. Elmander ise daha diri ve hazır görüntüsüyle dikkat çekiyor. Aslında Eskişehirspor karşısındaki görüntüsü de Elmander adına eh işte dedirtti ama diri bir futbolcunun farkı başka. Takımı adına en çok koşan futbolculardan biri, ileride top saklayabiliyor, takımını hücumda tutabiliyor. Ama yalnız kaldı işte, tek başına rakip savunma arasında kayboldu, girmesi gereken pozisyonlara pek giremedi. Bu da Baros'la farkı diyebiliriz, aslında Sercan'la veya iyi bir Baros'la beraber oynaması Elmander'i yukarıya taşıyacak unsur ama 4-4-2'den nedense çabuk vazgeçtik.

Galatasaray'ın bu maçta yaptığı en iyi iş, pas temposu oldu. Pas temposu ve isabet oranı yukarı taşındıkça rakibi de o oranda bozduk, organize olmalarına izin vermedik. Skibbe doğrusunu yaptı aslında, Mehmet Yıldız ve Kamara gibi kontra isimleri oynatarak. Maçın başında da bu ikili etkili oldu, hatta Kamara'nın gol ve asist yeteneği olsaydı işler en başından farklı olabilirdi, çünkü onun hareketli oyunu Gökhan Zan'ı mat etti. Ujfalusi ise işin toparlayıcı kısmındaydı, aynı şekilde hücumda olmasa da Sabri'nin savunmadaki akılcı işleri, Hakan Balta'nın üzerine koyarak devam ediyor olması da Galatasaray savunmasını toparlamaya başladı aslında.

Maçın adamı Felipe Melo ve Galatasaray adına maçın kilit noktası kanatlar. Elmander hücumda yalnız kaldı kalmasına ama Riera ve Kazım oldukça iyi günlerindeydiler, Eskişehirspor beklerine nefes aldırmadılar. Özellikle de Riera'nın sol taraftaki uzun mesafeli futbolu hem Hakan Balta'ya hücum edebilmesi hem de savunmada diri kalabilmesi adına özgüven aşıladı, hem Koray'ı kitledi ve Eskişehirspor sağ kanadını çökertti, hem de hücuma yön kattı. Riera'nın bu performansının da altını çizmek lazım, çünkü aldıkları ücretle sürekli eleştirilmeye meyilli isimler bunlar. Şu ana kadar özellikle Melo ama Riera da aldıklarının hakkını veriyorlar, Galatasaray'ın da kalite dozunu yukarıya çekiyorlar.

Daha zorlu bir maç bekliyordum aslında ama rahat kazandık diyebilirim. Bu tip rahat galibiyetler gerekli, çünkü en büyük sorunlarımız kötü oynarken kazanamamak ve 1-0'ı bulduktan sonra da bir türlü rahatlayamamak. Bugün hem iyi oynadık, hem de rahat bir galibiyet aldık. Hücumdaki bu yalnızlık olayını çözebilseydik daha da farklı olabilirdi ama Eskişehirspor karşısındaki bu rahat 3 puan iyidir.

Lokavt Yarın Bitse de Olur, Kobe ve Galatasaray

Nike'ın nimetleri bunlar. Nike'la imzaladığımız anlaşma bir forma sponsorluğundan öte olduğunu bu tip organizasyonlarla gösteriyor. Kobe'nin Beşiktaş'a gelme ihtimali üzerine sevinirken bir anda Kobe'yi Galatasaray formasıyla gördük, mutlu olduk. Lakerslı fanlar adına daha güzel bir gelişme tabii ama sporu spor için seven herkese bir tebessüm ettirmiştir bu durum. Artık lokavt bitse de olur, Galatasaray alacağını aldı bu süreçten bana göre, üstelik basketbol takımına lokavt kaynaklı isimler transfer etmeden...


25 Eylül 2011 Pazar

Bir Umut Bulut Var Uzakta

Avrupa'ya giden futbolcularımız genelinde en sevdiğim özellik, sessiz sedasız işini yapmaktır. Genel olarak bu tip isimlere üvey evlat derim, bunun da sebebi acaba kaçının Arda Turan kadar ilgi gördüğü ya da kaçı Nihat Kahveci misali hatırlanacağı üzerinedir. Mehmet Topal bu isimlere güzel bir örnek mesela, Valencia gibi bir takımda, sürekli de forma şansı buluyor ve oynadığı futbol da fazlasıyla beğeniliyor ama gördüğü ilgi ortada. Ya da ülkemize geldiğinde, Milli Takım'a katıldığında gördüğü muamele. İşte, Umut Bulut da bu örnekler arasına adını yazdırmak üzere. Trabzonspor formasıyla kimine göre müthiş iş yapıp, kimine göre ise çok kötü oynayarak geçirdiği zamanların ardından Toulouse günlerini başlattı sezon başında ve bu yeni başlangıcın da bir hayli işe yaradığını söylemek lazım. Trabzonspor formasıyla verdiği katkıdan öte, atamadığı gollerle eleştirilen bu adam sessiz sedasız bir şekilde Toulouse'la güzel günler geçiriyor. Nancy'i 1-0'la geçtikleri maçta da golü Umut Bulut attı ama ne kadar gündeme geldi tartışılır. Çünkü o da sessiz sedasız, üvey evlat kıvamında ve orada bir Umut Bulut var uzakta dedirtecek bir konuma girdi. Umarım devamı gelir, umarım santraforsuz günlerimize güzel bir ışık yaratır. Toulouse'nin de garip bir ışığı var aslında, hatırladım da bir zamanların sorunlar kralı Kazım Kazım'ın orada geçirdiği bir yarım dönem vardı. Şimdi hatırladım desem yeri yani, bu Toulouse en sorunlu ismi bile gündemden iyi uzaklaştırıyor.

Arda Turan Günlüğü #2

Falcao ve Arda Turan'ı konuşuyorduk 2 haftadır. Arda'nın asistleriyle beraber devleşen Falcao. Tartışmalar da hemen başladı tabii, özellikle de Real Madrid genelinde. Falcao'yu nasıl kaçırırlar gibisinden tartışmalar ve doğru da bir tartışma bu. Benzema'yı ne kadar sevsem de, Higuain'i de ne kadar sevmesem de Falcao ikisinden de daha önemli bir golcü. Bu durumda kaybeden Real Madrid ya da santrafor ihtiyacı çekip Falcao'yu alamayanlar {mesela Inter gibi}, kazanan ise Agüero'nun boşluğunu dolduran Atletico Madrid.

Barcelona maçına dönecek olursak, Arda'nın yedek kalması bende şok etkisi yarattı. Basın Arda'nın üzerine bu kadar düşmüşken, ondan övgüyle bahsederken ve bu arada da Arda performansını her geçen zaman biraz daha katlıyorken Barcelona karşısında yedek kalması garip oldu. 4-0'lı galibiyet serilerindeki kadroyu Barcelona karşısında sahaya sürmemenin de anlaşılacak noktaları fazlasıyla var ama kesilen isim Arda mı olmalıydı. Nasıl Fatih Terim, Karabükspor karşısında Sercan'ı alarak oyundan yanlışını onayladıysa, Gregorio Manzano da ikinci 45 dakikaya Arda'yı oyuna sürerek bu yanlışını onayladı.

Ama şu da var, ne tip bir kadro çıkardığınızın Barcelona ile bir alakası yok. Barcelona iyiyse fark yapıyor, iyi değilse kazanıyor, kötüyse de genelde kazanıyor. Bugün de iyi günlerindeydi ve ilk 30 dakikada 3-0'ı görmüştü zaten skor. Yani Arda'nın da oynaması birşey ifade etmeyecekti, her açıdan Atletico Madrid ezildi bu maçta, ne savunmada ayakta kalabildi ne de hücumda herhangi bir üretkenlik gösterebildi. Girdikleri pozisyon sayısı sıfır, organizasyon sayısı ise sıfırın altında. Diego, Reyes derken hiçbirinin adını duymadık, ikinci yarıda da Arda'nın duymadığımız gibi.

Önemli maçlar bunlar, bu tip maçlarda sivrilirsiniz ve daha büyük takımların ağına düşersiniz. Arda açısından da bu tip maçlar mesaj maçı ve daha çok geçecek bu fırsatlar önüne. Ligin henüz 5. haftası ve Arda şimdiden kendinden söz ettiriyor. İlerleyen haftalarda bu tip büyük maçlarda da beklenileni fazlasıyla vereceğine eminim, dün Nou Camp gibi stadlarda ancak tribünde maç izlemeye gider diyenlere cevabı 45. dakikada oyuna girerek verdi Arda. Bunun daha gol atması, maç kurtarması, fark yaratması da olacak, inanıyorum.

Ama ne şartta olursa olsun, her Barcelona maçı öncesinde Arda Messi'ye karşı demek kadar da büyük bir yanlışlık olamaz. Messi farklı bir boyutta, onun için birşey demiyorum. Barcelona ve Messi'yi izlemek asla sıkmıyor ama maçlardan sonra onlar hakkında aynı şeyleri söylemek, klişe denizinde yüzmek asıl adamı sıkan...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Yeni Dönem Fatih Terim'inin En Sevdiğim Yönü; İtiraflar

Yeni dönemin Fatih Terim'inin en sevdiğim özelliği, yanlış olanın üzerinde ısrarcı olmaması ve hata yaptığını kabullenmesi. Culio'nun gönderilişi mesela, sonuna kadar hatalı bir karardı. Geçen sezon beklentileri fazlasıyla karşılamış, aldığı ücret sıkıntı yaratmayan, mücadele gücü yüksek, hem orta sahanın ortasında hem de solunda oynayabilecek harika bir sol kanattan vazgeçtik. Hata bu yani, bunun ne Arda'nın gidişiyle ne de sınırsız yabancı kontenjanıyla alakası yok. Culio, her türlü takımın içerisinde yerini alır, zamanı geldiğinde de harikalar yaratırdı.

Gördük yani Karabükspor karşısında. 10 kişi kaldın ve senin tercihin sol kanadını çıkarıp, Sercan'ı o bölgeye çekmek oldu. Sercan'ı salt bir sol açık olarak görmedik tabii, forveti de çiftlemek adına yapılan bir hamleydi ama düşünülen olmadı ve hata da onaylandı Sercan - Sabri değişikliğiyle. Ama o da bir hataydı, mücadele gücü yükselsin, tempo artsın diye düşünüldü ve bu da gerçekleşmedi, aksi gibi de hücum gücü bir o kadar zayıfladı. Ne olursa olsun, Sercan kreatif bir futbolcu ve bire bir kaldığında yarattığı harikalar oluyor, bunları son vuruş olarak göremesekte.

Bütün bu değişikliklerin temelinde Culio yatıyor aslında, Riera'yı çıkarıp Sercan'ı oynatmak bir yana, eğer Culio olsaydı ikinci yarıda gelen değişiklik Sabri değil de Culio olurdu. Atilla Abi {Çelik} ile konuşurken sürekli vurguladığı şey buydu aslında, eğer Arda daha erken gitmiş olsaydı Culio takımda kalırdı diye. Ben ise yabancı kontenjanının sınırsız oluşu daha erken olsaydı Culio kalırdı derdim, gördüğüm ise Arda'nın gidişiyle alakalı.

Her açıdan sıkıntı işte, yaşanan zamansız ayrılığın bizi ne duruma düşürebildiği. Umarım Riera istikrarlı ve sakatlık yaşamadan bir dönem geçirir, çünkü alternatif anlamda sıkıntı büyük. Engin Baytar ya da sağdan sola aktarılabilecek isimler mevcut ama hiçbiri bir Culio olmayacak. Riera genelinde ise beklentim büyük, Samsunspor maçında iyiydi yani, ilk maçı olmasına rağmen. O maça bakarak bile, Riera'nın çıkmaması gerekliliği ortaya çıkıyor ya, neyse.

Doğru Olan, 4-4-2 ve Elmander & Sercan Yıldırım

Bir süredir yoktum, bu yüzden Galatasaray'ın Samsunspor ve Karabükspor maçlarına değinemedik ama toptan birşeyler yazalım çünkü. İki maç içerisinde yaşanan ortak noktalar var çünkü, her ne kadar birinde kazanıp diğerinde kaybetsekte. Bizlere ilerinin mesajını veren iki maç oldu.

4-4-2 üzerinde konuşmak lazım aslında. Samsunspor maçını getiren sistem bu oldu çünkü. Hatta Karabükspor maçında yaşanan 10 kişi kalma hadisesi olmasaydı, o maçı da getirecekti. 4-4-2 için de düşüncem şu yani, bu takımın iyi bir 10 numarası yok ve bu sistem dışında kullanabileceğimiz bütün sistemlerde de başarı yakalama olanağı düşük. Mesela 4-2-3-1 gibi bir sistemde Selçuk İnan bir anda forvetin arkasına yerleşiyor, bu da onun futbolunu aşağı çekiyor. Bu durumda da organize olmak, sık pozisyona girmek güç.

Çünkü bu tip bir sistemde kullandığın santrafor Baros oluyordu. Karabükspor maçını beraberliğe getiren penaltıda imzası olmasına rağmen, Baros aynı Baros. Fizik olarak düşmüş, iyi döneminin çok gerisinde ve oynadığı her maçın sonrasında ''neden Elmander ve Sercan yedek bırakıldı'' dedirtecek türden bir performans.

Samsunspor karşısında da hiç iyi durumda değildi ve IBB maçının tekrarını izledik aslında. Ne zaman çift santraforun ''öcü'' olmadığı ortaya çıkıp, biraz maziye dönülünce Elmander ve Sercan Yıldırım'ın etkisini izledik, müthiş bir uyumları vardı. Aynı şekilde Melo ve Selçuk İnan'ın orta sahada yan yana oynaması neticesinde oluşan orta sahanın hücum ve sihir yönü. Kanatların iyi çalıştığını söylemek güç, her iki maçta da böyle oldu ama Elmander ve Sercan'ın uyumu, artı olarak orta sahanın hücuma etkisi neticesinde Samsunspor maçını 73. dakikada çevirdik.

Karabükspor karşısında da 10 kişi kalana kadar geçen sürede yine aynı fragman yayınlanıyordu aslında. Elmander ve Sercan'ın müthiş uyumu, doğru olan sistem 4-4-2 ve 10 dakikada girilen iki net pozisyon. Benim düşüncem rahat bir maç izleyeceğimiz yönünde oldu ama Muslera'nın son derece gereksiz çıkışı sonrasında yaşadığımız süreç tam bir kabus oldu. Riera'nın alınıp Sercan'ın sol tarafa çekilmesi bir hata, diğer hata ise ikinci yarıda Sercan'ın oyundan alınıp Sabri'nin oyuna sürülmesi. Fatih Terim, maç içerisinde yaptığı hataları onayladı gibi.

Bütün sistemin nasıl dağıldığını, maçın havasının nasıl değiştiğini iyi gördük. Savunma konusunda gayret olmasaydı rahat yenileceğimiz bir maç izledik, çünkü Karabükspor bizi her alanda ezdi ama hücumda beklenileni veremedi. Yine de 1-0 öne geçtiler, 1-1'i bulmak ise büyük bir mucize oldu. Bu açıdan baktığımızda beraberlik büyük şans ama Galatasaray'ın da neden bu kadar aciz bir duruma düştüğünü, Ufuk Ceylan'ın neden 0-0'ken maç bu oyalama içerisine girdiğini görmek acı vericiydi sanki.

Hasan Şaş'ın ''bazı evlilikler için bile 5 sene gerekli'' gibi abartı yapmadan, takımın zamana ihtiyaç duyduğunu bizim de onaylamamız gerekli. Doğru sistem bulundu bana göre, yeter ki bunun üzerine doğru tercihler gelmeli. Baros'u kazanmak mühim ama bu Baros üzerinde durup Sercan ve Elmander gibi isimleri de kenara almak biraz haksızlık. Şunu da yazmalı, Fenerbahçe'yi izlerken onlarla aramızdaki farkı hemen görmeye başladım. Malesef o tip beklerimiz yok, Eboue üzerinde durmalı ama aynı efekti sol taraftan kullanamayacağımız açık.

Son olarak şunu söyleyelim. Ujfalusi'yi kaptan yapanın eline sağlık, umarım arkasında durulan bir karar olur. Felipe Melo da her iki maçın Galatasaray adına adamı, tartışılmaz bu. Müthiş bir transfer olduğu ortada...

18 Eylül 2011 Pazar

"Şampiyon" Unvanını Korudu


Avrupa Şampiyonası' nda, son şampiyon İspanya, zirveyi kimseye bırakmadı ve rakibi Fransa'yı 98-85 mağlup ederek 2009' da olduğu gibi altın madalyanın sahibi oldu. Turnuva başında kağıt üzerindeki en büyük favori olan İspanya kusursuz bir takım olduğunu herkese bir kez daha gösterdi ve harika jenerasyonuyla bir şampiyonluk daha kazandı.

Maç öncesi, normal şartlarda İspanya' nın açık ara favori olduğunu, Fransa' nın kazanması için yıldızlarına ilave olarak ekstra işler yapan bir kaç oyuncu daha çıkarması gerektiğini söylemiştik. Ancak İspanya buna izin vermedi ve oyunculardan harika verim alarak beklenildiği gibi altın madalyanın sahibi oldu.

Üçüncülük maçında ise Rusya bronz madalyayı kaptı. Müthiş bir mücadeleye sahne olan maçta, turnuvanın şüphesiz en sempatik takımı Makedonya son saniyelerde eline gelen fırsatı değerlendiremedi ve Rusya' ya boyun eğdi.

Turnuvanın ardından MVPi son maçlarda durdurulamaz hücum performansı sergileyen Navarro olurken turnuvanın en iyi beşi McCalebb (Makedonya), Tony Parker (Fransa), Juan Carlos Navarro (İspanya), Andrei Kirilenko (Rusya) ve Pau Gasol (İspanya) ' den oluştu.

Genel Sıralama ise şu şekilde:

1 - İspanya
2 - Fransa
3 - Rusya
4 - Makedonya
5 - Litvanya
6 - Yunanistan
7 - Slovenya
8 - Sırbistan

17 Eylül 2011 Cumartesi

Eurobasket'te Finalin Adı:İspanya-Fransa


Avrupa Basketbol Şampiyonası yarı final maçları dün tamamlandı ve turnuvanın renkli takımı Makedonya' yı yenen son şampiyon İspanya ile, Rusya' yı deviren Fransa finale adlarını yazdırdı.

İspanya-Makedonya maçı ile başlayacak olursak; Makedonya mütevazi kadrosuna rağmen oynadığı harika basketbolla tüm sporseverlerin takdirini kazanmıştı. Ancak güçleri İspanya' ya yetmedi. İlk iki çeyreği müthiş bir mücadeleye sahne olan ve takımların birbirine üstünlük kuramadığı maçta üçüncü çeyrekte sazı eline alan Navarro, durdurulamayacak hatta yavaşlatılamayacak bir hücum performansı sergileyince ve Gasol kardeşlerde ona ayak uydurunca Makedonya için kötü sonuç kaçınılmaz oldu. Özellikle maçın ilk bölümünde çok etkili olan Makedonya' da ise takımı turnuva boyunca sürükleyen McCalebb, İlievski ve Antic' in iyi iyi oyuna galibiyet için yeterli olmadı.

Yarı finalin sonucu daha fazla merak edilen maçında ise Fransa özellikle Parker ve Batum' un etkili oyunuyla Rusya' yı mağlup etti. Bu turnuvada etkili bir performans sergileyen Krilenko yine çok iyi oynamasına rağmen Rusya adına mağlubiyeti önleyemedi. Bu sonuçların ardından finalin adı İspanya-Fransa olurken, 3. lük mücadelesinde ise Makedonya ve Rusya karşılaşacak.

Final hakkında kısaca konuşmak gerekirse kağıt üzerinde İspanya daha ağır basıyor. İki maçta da üçüncü periyotlarda inanılmaz hücum eden Navarro' suyla, her hücumda iki defa top kullanma olanağı sağlayan Gasol kardeşleri, Rudy' si ile kusursuz bir görüntü çiziyorlar. Fransa' da ise eğer şampiyonluk isteniyorsa o gün mutlaka ekstra bir iki oyuncudan katkı almalılar. Yoksa işleri son şampiyon karşısında çok ama çok zor olacak.

Üçüncülük maçında ise favori Rusya gibi görünürken, bir çok basketbol severin gönlü Makedonya' dan yana. İspanya karşısında ilk yarıda çok iyi direnen Makedonya aynı performansı tüm maça yayabilirse Rusya' ya beklemediği bir şok yaşatabilir.

Son olarak dün turnuvada olimpiyat elemesine son bilet için karşılaşan Yunanistan-Sırbistan takımlarından turnuvaya pek çok eksikle gelen Yunanistan, Sırbistan' ın olimpiyat hayallerine nokta koydu. Bu sonuçla tıpkı milli takımımız gibi turnuvaya büyük umutlarla gelen Sırbistan, hayal kırıklıkları ile ülkesine döndü.

15 Eylül 2011 Perşembe

Kaşla Göz Arasında

Serkan Kurtuluş'un futbolu hakkında birşey yazmıyorum artık, o evreyi geçtik çünkü. Sürekli de geçmişe dönmenin alemi yok. Bu sezonun ilk hazırlık kampının ardından Fatih Terim'in kadro dışı bıraktığı listenin elemanlarından biriydi Serkan Kurtuluş. Sürpriz olmadı tabii, sonuna kadar doğru bir karardı, beklenen bir gelişmeydi. O, kadro dışı kalan isimler de birer birer çeşitli takımlara dağıldılar ama bir tek Serkan Kurtuluş kaldı. İkinci ve üçüncü kamp dönemlerinde de kendisine yer verilmedi, Florya'da oynanan hazırlık maçlarında bile yoktu ama kaşla göz arasında takıma sızdığını görüyoruz. Kendisi takımla çalışıyor, hiç de kadro dışı kalmış gibi değil ama Galatasaray.org'daki kadroya baktığımda adı yoktu ama yeni eklenmiş, 20 numarayla. 23'ü giyiyordu. Böyle birşey olamaz, Aydın Yılmaz'ın bile tutunacak bir dalı çıkar ama Serkan Kurtuluş'un çıkmaz. Bu adam 4. sezonuna giriyor takımda, gerçekten inanılmaz...

Bu Kaptan Daha Çok Yol Alır

Yine konuyu Şenol Güneş'e bağlayacağım ama her iyi şeyin sonunda Şenol Güneş ismi sivriliyor bir anda. Kalecilik yaptığı günleri hatırlamıyorum gerçi ama efsanesini biliyorum. Teknik direktörlük efsanesini izliyoruz biz ama bu kalecilik günlerinden mi kalma bilmiyorum, o geldiğinden bu yana harika bir kaleci rotasyonundan bahseder olduk. Takıma gelmesinin hemen ertesi formayı Onur Recep Kıvrak'a vermesi ve onu kazanması, onun sakatlığının ardından ''artık bundan adam olmaz'' denilen Tolga Zengin'i parlatması ve bizlerin önüne sunması. Alın size Şenol Güneş'i övmek adına bir elle tutulur nokta daha.

Çok eskiye dönmeden geçen sezona dönelim. Kırılma anı diye nitelendirdiğimiz, Onur Recep Kıvrak'ın yaşadığı sakatlığa. Son 1.5 sezondur yarattığı etki neticesinde o takımın olmazsa olmazı gibi görünüyordu ve sakatlığı sonrasında ''biz bittik'' diyen birçok Trabzonsporlu arkadaşım var. Çünkü Tolga Zengin üzerine yaratılan bir beklenti yoktu, şampiyonluk adına ipleri salan da çok oldu. Ama o Tolga Zengin öyle bir çıkış yakaladıki, Trabzonspor'u şampiyonluk yarışında tuttu, bu sezona girerken ön elemeler öncesinde güven enjekte etti ve o ön elemelerde, son olarakta Inter karşısındaki harika futboluyla bugün bize bu yazıyı yazdırıyor.

27 yaşında Tolga Zengin ve geçmişte birçok şans bulmasına rağmen bunları iyi kullanamadı, üzerine de sürekli yabancı kaleciler transfer edildi. Bizim Aykut Erçetin gibi bir bakıma, o da birçok şans buldu, sen 1. kalecisin de dendi bunun üzerine ama olmadı, Tolga Zengin de ise oldu. Bunun da sırrı, geldiğinin ertesi Onur Recep Kıvrak'a formayı verende yatıyor. İşte o ruh, aldı Tolga Zengin'i ve ona güven aşılayarak bu duruma getirdi. Haliyle de yıllarca kaleci kaleci diye ağladığımız Milli Takım rotasyonuna eklediğimiz bir kaliteli kaleci daha geldi.

Benim beklentim ise daha da büyük. Gruplar belirlendiğinde de Trabzonspor üzerinden beklentimi dile getirmiştim ve o beklentiler eğer gerçekleşecekse bunda Tolga Zengin'in büyük payı olacağını gördük. Bu yüzden de bu performans onu Avrupa'ya taşır, ufukta transfer vardır diyorum. Onur Recep Kıvrak'tan beklediğimizi bizlere önce Tolga Zengin verecektir, abartma diyebilirsiniz ama düşüncem bu. Kaptanın yolu daha uzun gibi ama bugünü yaşayalım diyorsak kaptan gemisini suda tutuyor, çok da güzel önderlik ediyor.

14 Eylül 2011 Çarşamba

28 Yıl Önce ve Bugün

28 yıl önce de bu hikaye yazılmıştı, bugün de. Bugünün anlamı daha büyük, gelişen futbol tabuları neticesinde Trabzonspor'un önüne tutulan büyük bir ışık bu galibiyet. Şampiyonlar Ligi artık daha da anlamlı, beklentiler daha da yüksek, gruptan çıkıp önlerine bakmak adına düşünülen herşey birer hayalden çok daha fazlası.

Inter sezona çok kötü başladı, gelecek adına Arsenal misali hiç ışık vermiyorlar ve bu sezon olası başarısızlık kaçınılmaz ama bütün bunlar Trabzonspor'un yazdığı destanın değerini azaltamaz. Yeni bir takım Trabzonspor, üstelik kadro istikrarını koruması gerekirken gelen bir değişim. Artı olarak beklenilmeyen bilet olan Şampiyonlar Ligi. Bütün bunların ışığında Trabzonspor'un bu arenaya uyum sağlaması, buranın şartlarına uygun bir kadro oluşturması zordu ama doğru sistem ve doğru futbol istediği zaman neticeyi alabiliyor.

Trabzonspor'un bu maçta yapması gereken oldukça basitti. Tempoyu düşüreceksin ve ayağa basit paslarla yoluna devam edeceksin. Sen, gol yemedikçe de rakibin risk alma oranı artıyor ve kazanma şansi dahi senin geline geçiyor. Burak Yılmaz ve Adrian büyük eksikler, biri en önemli gol silahın, diğeri ise hücumlarının seyir gücü ama onların yokluğunda önceliği mücadele üzerine kurarak büyük iş başarıyorsunuz. Hücum anlamımda etkin olamasa da Serkan Balcı'yı öne alıp sağ açık gibi kullanmak önemliydi ve tabii ki Zokora ve Colman'ın orta sahadaki üstün futbolu. Galibiyetin anahtarı da mücadeleden, orta sahadaki bu ikilinin hem hücumda hem de savunmada yarattığı etkiden geçiyor.

Ne kadar mücadele ederseniz edin, Inter'i durdurmakta zor, mutlaka pozisyonlara girecekler yani. Savunmanız ne kadar iyi oynasa da hataların yapılmasının kaçınılmaz olduğu anlar oluyor ve bu anda devreye kaleciniz giriyor. Tolga Zengin'in aslında bu destan bir bakıma, mükemmel oynadı ve galibiyetin en önemli yüzü o oldu.

Kıcasası doğru sistem, doğru futbol, özellikle ikinci yarıdaki akılcı futbol galibiyeti getirdi. Colman ve Zokora ile hem savunmayı hem de hücumu organize etmek büyük iş ve devamında Sapara, Vittek değişikliklerinin ardından oyunu tutmak. Sapara önemli bir transfer cidden, bu tecrübeyi yaşaması ve sizin de böyle bir tecrübeyi kenardan getirebilecek imkanı sağlamanız önemli. Belki Alanzinho yerine Sapara ilk 11'de başlasaydı daha iyi olabilirdi, sanırım bu maç adına yapılacak tek eleştiri bu olsa gerek.

Trabzonspor'u tebrik ediyorum, grup kuraları çekildiğinde de beklentimi söylemiştim ve o beklenti ışığında ilk adım atılmış oldu...

Euroleague Elemelerine TV Yayını İstiyoruz!


Galatasaray basketbolunun sanal alemdeki en büyük temsilcisi gsbasket.org takımlarımızın bir çok organizasyona öncülük etmişti. Şimdi de belki de tarihinin en önemli maçlarını oynayacak erkek takımımızın Euroleague ön elemesi maç yayın haklarının hala bir kanal tarafından alınmadığı gerekçesiyle bir organizasyon başlattı. Biz, Galatasaraylı basketbol severler takımımızın yanında olmasak da en azından onları televizyondan izleyip, desteklemek istiyoruz. Bu herkesin hakkı ve bu yayın da bu yüzden herkesin izleyebileceği bir kanalda olmalı. Gsbasket ve Gssözlüğü takip edenlerin çok yakından tanıyacağı Savaş Karadağ bu konu ile ilgili çok güzel bir söz söyledi:

Türkiye'nin en ücra köşesindeki insanların bile bu maçları izleyebilmesi için Twitter'da #onelemetrtdeizlenir diyelim. Önce TRT'ye sesimizi duyuralım, olumsuz cevap gelirse alternatifler içinde NTV Spor'dan önce GS TV gelir.

Bu noktada tüm Galatasaraylılara düşen görev bellidir. Trt' ye twitterdan ve maillerden gerekli baskı yapılmalı ve bu maçların herkesin izleyebilecği bir kanaldan yayınlaması sağlanılmalıdır.

Konu ile ilgili Gsbasket' in taraftarlara mesajı:

Erkek basketbol tarihimizde ilk defa Euroleague'de oynama şansını elde eden takımımız, 30 eylül günü Paok ile karşılaşıyor. Bugün itibariyle 16 gün kalan maçımıza hala TV yayını bulunmamaktadır. Geçen yıl gösterdiği üstün başarıyla taraflı / tarafsız herkesin alkışını alan takımızın Euroleague elemelerinin yayını bulunmaması rezilliktir! Bu önemli maçımızı ve daha sonra yürüyebileceğimiz yolu internetten takip etmek için uğraş vermek istemiyoruz.

Bu isteğimiz doğrultusunda, TV yayını sağlanana kadar, herkesin izleyebilmesini sağlayacak olan TRT adresine baskı yapmaya herkesi davet ediyoruz.

Bu istek karşılıksız kalmayacak!

TRT mail adresi : trthaber@trt.net.tr

TRT twitter adresi : @TRT3SPOR

Bundan Sonrası

Bizim için çok kötü geçen ve ikinci tur gruplarında veda ettiğimiz Avrupa Şampiyonasından sonra, Başkan Turgay Demirel, Menajer Harun Erdenay, Koç Orhun Ene, Koordinatör Tanjevic ve takım kaptanı Hidayet Türkoğlu bir basın toplantısı düzenlediler. Bu toplantıdan satır başlarını alarak bizim için turnuvanın nasıl geçtiğini ve bundan sonra takımda nelerin değişip, nelerin sabit kalacağını kendi açımızdan yazmak istedik.

Berbat bir turnuva geçirdiğimiz gerçek. Dünya ikincisi takım, bu kadar kötü bir turnuva geçirirse şüphesiz eleştiriler olacaktır ve olmalıdır da. Bu eleştirilerin odak noktası ise henüz o mevki için hazır olup olmadığı büyük soru işareti olan Orhun Ene' yi milli takımın başına geçiren Turgay Demirel ve üstlendiği bu zorlu görevde henüz ilk turnuvasında yanlış kadro seçimi, akıl almaz son saniye setlerimiz ile Orhun Ene.

Orhun Ene, bugün toplantı' da kadro seçimi ile ilgili bir soruya Cenk zaten yıllardır milli takımın iskeletinden bir oyuncu, İzzet de ileride büyük umutlar beslediğimiz, şu boyuna rağmen şunu yapan bunu eden bir oyuncu diye cevap verdi ve şüphesiz ki hiç kimseyi tatmin edemedi. İzzet konusundan başlamak istiyorum. Şu turnuvada olmak İzzet' e ne kattı ciddi merak içindeyim. Katkının aksine koç, onun üzerinden gereksiz bir baskının oluşmasına -oynatmayacağın oyuncuyu neden aldın tarzı- sebep oldu ve bu da onu geliştirmekten çok gelişimini olumsuz etkiledi bence. Hem İzzet' ten ileride çok şey bekliyoruz da, şu haliyle İzzet' ten çok daha hazır bir görüntü çizen ve ileride milli takımın pota altında değişmezlerden birisi olacak Furkan Aldemir' in günahı neydi de bu turnuvada şans bulamadı?

Eleştirilecek tek nokta İzzet ve Cenk tercihleri değil elbette. Bu denli önemli bir turnuvaya sadece iki oyun kurucuyla gitmek ve Kerem' in turnuva boyunca formunu gördüğümüz üzere, alternatifimiz olmadığı için onu oyunda tutmak zorunda kalmamızın da baş sorumlusuydu koç. Şu kadroya süre vermeyeceğin adamaları almak yerine saf bir guard almak daha mantıklı olmaz mıydı?

Tüm eleştirileri koça yöneltip bana göre tüm bunların baş sorumlusu Turgay Demirel' e değinmemek olmaz tabi. Bu ülkede basketbolda bir yerlere gelmek, bir şeyler yapabilmek için illa kendisiyle aranız iyi olmak zorunda ne de olsa. Onu, çalışanlarını ve organizasyonlarını asla eleştirmemelisiniz. Yoksa kendisi gerekeni(!) yapar.

Toplantıda en dikkat çekici nokta ise aranan bahanelerdi. Harun Erdenay' ın geçtiğimiz sezon aldığımız ödül oyuncular üstünde baskı yarattı tarzı sözleri, Hido' nun yenildik ama ezilmedik, son topa geldik edebiyatı, Orhun Ene' nin son hücumlarla ilgili kendini savunması. Bir çok konuda olduğu gibi bu açıklamalarda yüzlerde tebessüm oluşturmak dışında hiçbir işe yaramadı.

Hidayet ve Kerem' in milli takımı bırakma konusu çok fazla dillendirilmişti ancak her iki oyuncuda bunu yalanladılar ve görev verildiği an formayı giymeye hazır olduklarını açıkladılar. İkisi de çok kötü bir turnuva geçirdi ve artık yavaş yavaş bırakma zamanları da yaklaştı. En fazla bir turnuvada daha forma giyecekler zaten. Ancak o turnuvada forma giymeleri mi daha hayırlı olur giymemeleri mi bizim için kararsızım şimdilik. Bu konuyu değerlendireceğimiz uzun bir süreç ve sezonlar var önümüzde. Önce onlar kazasız , belasız tamamlansın bu konuyu tartışacak çok vaktimiz olacak.

Vekalet Hoca, Vekalet Bir Başarısız Süreç

Beşiktaş adına yıllardır kötü yönetimden, Demirören zihniyetinden bahsederiz. Kötü bir başkan portresi yani, buna herkes katılır ve seveninin de pek fazla olduğunu sanmam. Yine de son 3 yıldır aldığı futbol kararları olumluya yönelikti, Mustafa Denizli'nin ardından başlayan süreç tabii. Bana sorarsanız Schuster de doğru hamle oldu, Tayfur Havutçu'da.

Teknik direktör anlamında işler olumluydu yani, transfer sürecinde de Mustafa Denizli'li dönem. Sonrasında ise kurulan Jorge Mendes bataklığı ve onun önerdiği 7'den 77'ye futbolcular. Bunlar arasında çok ünlü futbolcular da var, adını duymadığımız isimler de. Bunun ışığında da kurulan bir Portekiz ekolü, şu ana kadar başarılı olduğunu söyleyemiyoruz tabii. Fenerbahçe'nin Brezilya ya da Galatasaray'ın Romanya durumundan uzakta hamleler. Yabancı hamle şansın arttıkça da büyüyen Portekizli futbolcu sayısı ve bütün bunların ışığında Tayfur Havutçu'nun olmadığı dönemde gelen bir Carvalhal.

Carvalhal noktasına kadar Beşiktaş'ın Mendes'e rağmen olumlu işler yaptığını söyleyebilirdik ama bundan sonrasının elle tutulur bir yanı yok. Sezon başında Tayfur Havutçu'nun istediği isimlerin üzerine bir de Carvalhal önerileri geldi. Bu durumda da velaketen teknik direktörlük olayı bitti, zaten bu vekaletin olayını çözen biri bana gelsin. Mendes'in son imzası diyorum, asla akılcı bir hamle değil.

Benim vekaleten teknik direktörlükten anladığım mevcut teknik direktörünüzün yerine ya kendi içinizden yetiştirdiğiniz bir yerlinin gelmesi, ya da yardımcı antrenörün işi yürütmesi. Koch misali bir yardımcı getiriyorsunuz ve Carvalhal'den daha kariyerli ve yetenekli bana göre ama gelmiyor o başa. Ya da Mustafa Denizli göreve hazırım diyor getirmiyorsunuz, bu liste de uzadıkça uzar. Dolayısıyla da geleceğinizi daha da karartarak yola devam ediyorsunuz, Carvalhal ile Beşiktaş'ın geleceğini asla iyi görmüyorum.

Ödüldür Beşiktaş onun için, bana sorarsanız kariyerinde gelebileceği zirve noktasına ulaştı. Sporting kariyeri var diyebilirsiniz ama ne yaptı ya da bunun dışındaki teknik diretkörlük misyonu nedir. İlla bir Portekizce bilen teknik direktörlük hevesi varsa, en azından Couceiro'yu getirirdiniz ve Türkiye'yi biliyor derdiniz. Ama Mendes'in ağı ışığında Carvalhal ile yola devam, geleceğinizi de daha da karartarak. Guti ile yaşadığı sorunlar da ilk kesit bence, devamı mutlaka gelecektir diye tahmin ediyorum. Eskişehirspor karşısındaki kötü oyunu saymıyorum bile. Öyle bir kaliteli kadrodan o futbolu yaratmakta büyük bir iş olmalı. Schuster de başarısız oldu ama en azından güzel futbol dedik, Carvalhal adına ne diyeceğiz acaba.

Sinan Vardar'ın ''mutlaka bir sportif direktör gelmeli ve adayım Ersun Yanal'' demesi çok güzel bir düşünce. Sportif direktörün ötesinde, Carvalhal'ı gönderip teknik direktör anlamında geçici bir süre Ersun Yanal'ı getirmek, bu kaliteli kadrodan daha güzel bir futbol yaratmasını beklemek ve inadına Tayfur Havutçu diyorsanız, Tayfur Hoca dışarı çıktığında Ersun Yanal'ı futbolun en tepesine taşımak kadar doğru bir düşünce olamaz. Ben, Ersun Yanal'ın da şu anki mevcut görevinde çok uzaklarda kaldığını düşünüyorum, önemli bir görevde olabilir ama onu saha içinde görmek en güzeli olacaktır.

İşte, Beşiktaş'ın böyle mükemmel hamleler yapma imkanı varken neden böyle bir bataklık içine düştüğünü anlamak güç...

13 Eylül 2011 Salı

Michael Jordan & Ronaldinho

Bu buluşma Çin'de gerçekleşmiş. Sanırım 2008 Pekin oyunları zamanı. Ronaldinho da Brezilya Milli Takım'ı ile olimpiyatlardaydı. Michael Jordan da eski bir Dream Team üyesi olarak, ABD Milli basketbol takımını izlemeye gitmiş olabilir, orası beni ilgilendirmez. Ama Ronaldinho ve Jordan güzel bir buluşma gerçekleştirmiş, o zamanlar atlamışım tabii bunu, yeni haberim oldu. Fotoğraflar hoşuma gitti.


Eurobasket'te Çeyrek Final Zamanı

Avrupa Şampiyonası, ikinci tur gurup maçları müthiş bir heyecana sahne olan Rusya-Makedonya karşılaşması ile tamamlandı ve çeyrek finalistler belli oldu. E grubunda sıralama İspanya-Fransa-Litvanya-Sırbistan şeklinde olurken, F grubunda son topta Makedonya' yı bozguna uğratan Rusya liderliği kaptı ve sıralama Rusya-Makedonya-Yunanistan-Slovenya şeklinde oluştu. Bu sıralamalardan sonra çeyrek final eşleşmeleri:

İspanya – Slovenya
Fransa – Yunanistan
Litvanya – Makedonya
Rusya - Sırbistan

E grubunun lideri İspanya ile F grubunda son maçta Finlandiya' yı yenerek çeyrek final biletini kapan Slovenya eşleşmesinde bariz favorinin İspanya olduğunu söyleyebiliriz. Savruk bir takım görüntüsü veren Slovenya' nın şut yüzdesini bulamadığı günlerde maçı kazanma şansı çok çok az. Topu eline alanın kullandığı, belli başlı setleri olmayan bir takımın son Avrupa şampiyonu ve yıldızlar topluluğu İspanya karşısında şansı çok ama çok az.

Fransa-Yunanistan eşleşmesinde ise ağır basan taraf Fransa. Turnuvaya yıldız oyuncularının yoksun gelen ve bir nebze de kura şansı sayesinde çeyrek finali gören Yunanistan için bu karşılaşma madalya hayallerine veda maçı olabilir. Gerçi bu kadar eksik bir kadroyla böyle bir hayalleri olduğundan da şüpheliyim ama sonuçta bir basketbol ekolü ve hangi kadro ile olursa olsun bir karakter yansıtacaktır sahaya. Ancak rakip Fransa turnuvanın en formda ekiplerinden ve madalya için de çok ciddi adaylardan. E grubunda oynadığı maçlardan daha kolay bir karşılaşma olacağını düşünüyorum Fransa için.

Ev sahibi Litvanya ile, turnuvadaki performansıyla bir çok izleyicinin sempatisini kazanan ve grup liderliğini son maçın son saniyelerinde Rusya' ya devreden Makedonya eşleşmesinde de ibre biraz daha ev sahibinden yana. Basketbolu bilen taraftarları ve kaliteli kadrosuyla basketbol ekolü Litvanya evinde düzenlenen bu şampiyonada en azından madalya kazanmak isteyecektir ve bu yolda rakipleri Makedonya' yı saf dışı bırakacaktır diye düşünüyorum.

E grubundan dördüncü çıkan takım Sırbistan ile, F grubunun lideri Rusya' nın eşleşmesi ise en zevkli mücadeleye sahne olacak eşleşme gibi gözüküyor. Aslında bu eşleşme bize E grubunun ne kadar zorlu bir grup olduğunu da gösteriyor. Abartı olarak görülebilir ama, E grubunda son iki sırayı paylaşan ve turnuvaya veda eden takımlar, F grubunun liderini eleyebilecek potansiyele sahipti belki de. Neyse, bunları bırakıp eşleşmeye dönecek olursak ikinci gruplarda istenilen performansı gösteremeyen Sırbistan ile nispeten kolay gruplardan çeyrek finale yükselen Rusya' nın karşılaşması. Her ne kadar formsuz da olsa bu seviyede kritik bir maçta Sırbistan' ın yıldızlarının -başta Teodosic olmak üzere- devreye gireceğini ve maçı lehlerine çevireceklerini düşünüyorum. Ancak sonucu en çok merak edilen eşleşme de bu olacak.

Bakalım tahminlerimizdeki gibi E grubundan gelen dört takım da adını yarı finale yazdırabilecek mi yoksa Eurobasket-2011' de sürpriz sonuçlar olacak mı? Heyecanla bekliyoruz...

Metin Oktay {1936 - .....}

''Galatasaraylılık bir din gibi bir mezhep gibi yerleşmiş köklü bir inançtır. Bunun için Galatasaray'ı tercih eder, Galatasaraylılığımla övünürüm...''

12 Eylül 2011 Pazartesi

Bazen Ayrılık Vaktini İyi Bilmek Gerekli

Hidayet Türkoğlu ve Kerem Tunçeri'nin Milli Takım'ı bıraktığı yönünde dedikodular dolaşıyordu, dün böyle bir habere inanmıştık aslında. Bugün gördüğümüz tablo ise bu oyuncuların ne zaman çağrılırsak takıma geliriz, göreve hazırız mesajları. Gemiyi terketmemek güzel ama ben ayrılık vaktini iyi bilmek gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de Hidayet Türkoğlu açısından. Ne kadar kaliteli bir isim olursan ol, belli bir zamandan sonra zarar vermeye başlayabilirsin, bu da gelecek adına iyi bir sinyal olmaz. Aynı şeyi Kerem Tunçeri açısından söylemiyorum mesela, onun durumu farklıydı, elbette beklentiler onun üzerinde de yüksekti {şahane bir Dünya Şampiyonası geçirdikten sonra} ama o 2001'e döndü, Hidayet ise 2001'in çok uzaklarında.

İbrahim Kutluay'ın eleştirisi bir noktaya kadar doğru aslında. Tony Parker ve Nowitzki gibi isimlerin takımlarını tek başına taşıyabildiğini söylüyor, doğru da. Bizim düştüğümüzde skor olarak bizi taşıyabilecek bir oyuncumuz hiç yok, olmadı da. Ne bir şutörümüz var, ne de asıl işi skor olan bir ismimiz.

Hidayet Türkoğlu üzerindeki beklentileri bu açıdan tartışabiliriz. 2001'deki Hidayet mesela. Çok gençti, NBA'deki ilk zamanlarıydı ama takım zor duruma düştüğünde sazı eline almasını biliyordu. 22 yaşındayken hem de. Haliyle yılların onu geliştirmesini bekledik, geliştirdi de. Sürekli üzerine koyan bir isim oldu, NBA tarihinde en yaşlı MİP ödülünü kazanan yine o oldu ama Milli Takım açısından baktığımızda beklenen düzeyin hep aşağısındaydı.

NBA'deki Hidayet Türkoğlu'na baktığımızda, özellikle Orlando Magic günlerinde oyun kuran hep o oldu. İlginç bir özellik yani, birçok pozisyonda oynayabilmek. 2.08 boyla üstelik. Bu da size her türlü pozisyon avantajını getiriyor, Hedo da bunu çok iyi kullandı, kendini bu şekilde kanıtladı. Şu açıdan da bakabiliriz, Magic sistemi adına o kadar önemli oldu ki, takıma tükürdüğünü yalattı. Ama iş Milli Takım'a geldiğinde o tarzda oynayan bir Hedo yerine, şutör Hedo'yu izledik. 15 sayı 8 ribaund, 7 asistlik triple double seviyelerinde gezen istatistikler yerine skora odaklandık, şöyle diyeyim Hidayet bizi skora odaklandırdı.

Bu yüzden de Hedo sayı attığında başarılıydı, atamadığında başarısız. Oysa oyunu kuran o olsa, sürekli içeri yüklense ve pozisyon arasa çok farklı bir opsiyon kazacaktık. Onun yapması gereken herşeyi Emir yaptı aslında, o da aynı tarzda bir isim ama o kendi gibi oynuyor. Hedo ise ben farklıyım havalarında farklı bir görüntüde. Coach'lar ona şutör gibi oyna dedemişlerdir ama o ısrarla bundan vazgeçmedi, haliyle de farkını ortaya koyduğu maç sayısı çok az oldu. Sadece bu turnuva için demiyorum, geçmişe baktığımda da durum bu.

Yine de güzel günler yaşattı, formayı hakkıyla terletti, en iyisini istedi ama en azından benim için beklentilerimi hiç karşılayamadı. 2001'deki Hidayet'i hep aradım, Tanjeviç'le de sorunlar yaşamasına rağmen Tanjeviç'in Mehmet Okur'u değil de Hidayet'i kazanma politikasına destek verdim, son yıllardaki Milli Takım'a gelme özgüvenine saygı duydum ama tablo bu.

Milan Baros, Fatih Terim ve Santrafor Üçgeni


Baros, Elmander ve Sercan Yıldırım. Kağıt üzerinde güzel bir santrafor rotasyonu ama Terim'in de bitmek bilmeyen bir santrafor transferi isteği. Bunu maçtan sonra da dile getirdi aslında, bu isimler bizi Ocak ayına kadar idare eder diyerek.

Sorguladım sürekli, neden ısrarla santrafor istiyoruz diye. Özellikle de Liverpool maçının ardından. O maçta geçmişi tekrar bizlere yaşayan bir Baros ve oyuna sonradan girip farklını ortaya koyan bir Elmander. Bir de bunun üstüne Sercan Yıldırım'ı ekliyoruz, genç ve potansiyelli bir isim. Yetmiyor ama, Terim'in belli ki farklı düşünceleri var.

Elmander ve Sercan Yıldırım genelinde bir eleştiri getiremem ama en azından Baros'un şu haline bakarak Terim'in neden ısrarla santrafor istediğini anlarım. Baros, yalnız kaldı gibisinden bir yorum da aldım twitter'da ama saçma yani bu yorum. Baros'u biliyoruz hepimiz, iyi bir Baros'un tek başına bile neler yapabileceğini. Top alması, ona pozisyon yaratılması da değil mesele, bildiğimiz Baros golü koklar ve orada bitiverirdi. Malesef Baros, belki şimdilerde sakatlıklardan da uzak ama o günleri de arar durumda.

Fizik olarak çok güçsüz bir kere, vuruşları inanılmaz cılız. Rakip savunma karşısında ayakta dahi duramıyor, bu da onu maç içerisinde aşağı çekiyor. Liverpool karşısında iyi bir Baros vardı ama verilen bu aranın onun açısından iyi olmadığını gördük. Hazırlık maçlarında da yetersiz kaldı, belli ki idmanlarda da iyi değildi ve ısrarla santrafor istendi. Eğer bu gerçekleşse, Baros bugün Rusya dolaylarında olabilirdi ama bu operasyonun Ocak ayına kaldığını düşünüyorum. Baros'un kendini toparlaması şart, yoksa Elmander'in dönüşünde 2. planda görebiliriz kendisini.

Çünkü Terim'in çift santrafora döneceğini düşünmüyorum. Aslında yapması gereken ideal bir 4-4-2 takımı kurmak. Kadro buna yeterli çünkü, 4-1-4-1 gibi bir sistemde iki tane beyin görevi görebilecek futbolcu ihtiyacı doğuyor. Hadi biri Selçuk İnan ama ikinci bir isim çıkarmak zor. Bu yüzden de 4-4-2'ye geçip, Melo ve İnan'lı bir orta saha hattında Kazım ve Riera kanatlarda çok iyi iş çıkarır, bu anlamda kanat rotasyonumuz iyi. Elmander, Baros ve Sercan üçlüsü de beraber oynadığında daha güzel verim alınabilir ama Baros kendini toparlamadığı sürece işi zor.

Oyundan alınması, direk soyunma odasına gitmesi de ilginç detaylar gibi. Bakalım ilerleyen günler böyle bir sorunsalı bizler önüne sunacak mı.

Son olarak şunu ekleyeyim, Baros'u en çok seven ve inananlardan biriyim. Bir maçta gömdün Baros'u durumu asla olmasın, bu yazdan beri oluşan görüntü malesef bu. Doğru olan da Baros'un kazanılması, alınabilecek herhangi bir santraforun iyi bir Baros'dan fazla verim vermesi bile çok güç, her türlü kumar olacak o transfer yani. Drogba da gelse, Gyan da gelseydi böyle olacaktı bu. Ama gidişat iyi değil, Baros'un toparlanması şart...

11 Eylül 2011 Pazar

Sistemin İşlemiyor Hali / İstanbul BŞB 2-0 Galatasaray

Yeni kurulan, yeni bir başlangıç diyen takımlar adına ilk haftalar bireysel yetenek haftalarıdır. Yani sistemin doğruluğundan, güzel oyundan öte 3 puana odaklanılır, olması gereken de budur. Bireysel yetenekler sahneye çıkar ve maçı size getirir.

Galatasaray'ın sıkıntısı da bundan kaynaklı. Mücadele anlamında iyi ama hücumda organizasyon anlamında sıkıntı yaşayan bir görüntü. Baros'un fizik anlamda iyi durumda olmadığı, Selçuk İnan'ın da takımı yönlendirme anlamında yetersiz kaldığını gördük. Genel anlamda ise 4-1-4-1 yetersizdi aslında, bunun da sebebi demin de dediğim gibi hücumdan kaynaklı.

Terim'i de eleştirmeliyiz aslında. 4-1-4-1'in yürümemesinin bir diğer sebebi kadro tercihi ile alakalı ve bu yanlış tercihini de ikinci yarıda Yekta'yı oyuna alarak gösterdi aslında. Çağlar'dan zaten bir bek katkısı gelmedi, Eboue de doğal olarak sol açıkta sıfır kaldı. Aynı şekilde Sabri'nin Selçuk İnan'la göbekte oynaması Selçuk'un yalnız kalmasını tetikledi ve domino etkisi misali bu sistem yürümedi. Ayrıca Holmen'in de bizim sol tarafı koridor yapması İBB'yi hücumda etkili kıldı, hızlı oynadılar ve golü buldular. Bunun dışında da pozisyonları var tabii, ilk yarıda etkili olan taraf onlardı.

İkinci yarıda ise Yekta'nın göbeğe gelmesi Selçuk İnan'ı biraz daha rahatlattı, Sabri'nin beke geçmesiyle beraber de bek akınları izlemeye başladık. Aynı şekilde Eboue'nin de sol beke geçtiği anlarda bu etkiden bahsedebildik, zaten bütün bunların hepsi yanlış kadro tercihini gösteriyor. Hazırlık maçlarında da Sabri'den göbekte faydalanamadı, hücumda özellikle zarar verdi. Çünkü fazlasıyla yanlış tercihi var, onu açık alana saldığımızda Sabri'nin etkisi söz konusu. Fazlasıyla tempolu bir futbolcu, orta sahada mücadele anlamında katkısı elbette iyi ama Galatasaray gibi bir takım önce hücumu arar, 4-1-4-1'in de ön taraf dörtlüsünün ortasında Sabri kaldığında çok fazla sorundan bahsederiz.

İyi anlamda Melo'dan bahsedebilirim, görevini fazlasıyla yaptı, ileri çıkışları muazzamdı. Bunun dışında da mücadele anlamında iyi, organizasyon anlamında sıkıntılı bir futbol izledik. İlk yarıda gelen yanlış kadro tercihleri, takımın daha oturmaması, beklentinin yüksek olduğu bazı isimlerin fizik anlamda yetersiz olması {Baros gibi} bu sonucu doğurdu. Başlarda da dediğim gibi, liglerin başlama tarihinin uzatılması bize yaramadı, o geçen sürede yeniden bir takıma dönüştük, çok fazla değişim yaşandı ve fazlasıyla zamana ihtiyacımız var. İlk maçtan canavar gibi bir takım ve galibiyet beklerken yaşanan bu mağlubiyetin de hayal kırıklığı olduğunu söylemek lazım.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESPOR: 2 - GALATASARAY: 0

Stat:
Atatürk Olimpiyat

Hakemler:
Özgür Yankaya, İsmail Şencan, Mehmet Can Hanoğlu

İstanbul Büyükşehir Belediyespor:
Hasagic, Cihan Haspolatlı, Can Arat, Zayatte, Ekrem Ekşioğlu, Visca (Dk. 65 Gökhan Süzen), Holmen, Efe İnanç (Dk. 77 Tevfik Köse), Mahmut Tekdemir, Doka (Dk. 89 Taner Yalçın), Webo

Galatasaray:
Muslera, Ujfalusi, Gökhan Zan (Dk. 46 Yekta Kurtuluş), Servet Çetin, Çağlar Birinci (Dk. 63 Sercan Yıldırım), Melo, Kazım Kazım, Sabri Sarıoğlu, Selçuk İnan, Eboue, Baros (Dk. 79 Engin Baytar)

Goller:
Dk. 42 Efe İnanç, Dk. 82 Webo (İstanbul Büyükşehir Belediyespor)

Sarı kartlar:
Dk. 14 Zayatte, Dk. 66 Gökhan Süzen, Dk. 76 Efe İnanç (İstanbul Büyükşehir Belediyespor)

Eurobasket'e Elveda Derken


Az önce tamamlanan ve kazanırsak yola devam şansımızın olacağı ama kaybedersek bavulları toplayıp yurda döneceğimiz karşılaşmada Sırbistan, milli takımımızı 68-67 yenmeyi başardı ve geçtiğimiz sene dünya şampiyonasında yarı finalde kaybetmesinin intikamını da aldı bir nevi.

Maça sondan başlamak gerekirse, çok kötü oynadığımız bir maçta son topta yine de kazanma fırsatı geldi elimize ama geleneği bozmadık ve yine berbat bir son hücum kullanarak maçı kaybettik. Bu durum kesinlikle şanssızlığa bağlanamaz. Elimize kaç defa son hücum fırsatı geldi, Orhun Ene hepsinden önce molasını aldı ama moladan dönen takım sürekli en kötü şekilde hücum etti. Doğrusu molalarda nasıl bir set çizdiğini inanılmaz merak ediyorum. Zira ben ortada bir set göremedim, daha ziyade top birinin elinde patladı ve o da rastgele potaya salladı.

Ayrıca bugün takımın en iyilerinden ve tüm turnuvada da en çok katkı veren isimlerimizden Enes' in bu kadar uzun süre benchte oturmasını da mantığım almıyor. Adam akıllı hücum eden tek oyuncumuz, hücumda pota altındaki en önemli silahımızı, turnuvanın en değerli uzunlarından birini kenarda oturtuyoruz. Bunun hiç bir mantıklı açıklaması yok bana kalırsa.

Ve tabii ki en önemli noktalardan biri serbest atışlarımız. Böyle mi konsantre olduk biz turnuvanın bizim için en önemli maçına. 16/29 atıp 13 tane serbest atış kaçırırsan bu seviyelerde maç kazanman çok zor olur. Yine de tüm bunlara rağmen elimize kazanma fırsatı geldi ama beceremedik.

Bugün biz kötüydük evet ama rakip de bize ayak uydurdu. Sahada iki tane madalya adayı değil de iki sıradan takım vardı sanki. İlk yarıda Teodosic' in büyüleyici oyunu dışında Sırp takımında da göze çarpan pek bir şey yoktu. Eğer bu form ile devam ederlerse onlarında önündeki yolun pek uzun olacağını düşünmüyorum.

Sıcağı sıcağına çok şey yazıp, yanlış yapmak istemiyorum doğrusu. Ne yazık ki hepimiz çok üzgünüz. Şimdilik burada noktamızı koyalım. Önümüzde değerlendirme yapmak için epey uzun vaktimiz olacak çünkü.
 

Tüm Telif Hakları Sportif Cümleler 'e Aittir © 2009 -- Blogger Tarafından Desteklenmektedir