Üçlü çapa orta sahasıyla başlamak gerekli aslında. Rijkaard'ın sonunu da bu orta saha belirlemişti. Sezona iyi girilmişken, gollü maçlar ve güzel bir futbol izleniyorken bir anda takım sarsılmaya başladığında Rijkaard sisteminden ödün vermemişti ama Mehmet Topal, Ayhan, Barış Özbek veya Mustafa Sarp dörtlüsünden üçünü bir arada oynatmaya başladı ve bütün sistem bozuldu. Sonrasında bunu değiştirmesine, özüne dönmeye çalışmasına rağmen tren çoktan kaçmıştı. Şimdi Hagi'nin de böyle bir orta saha kurduğunu görüyoruz ama bu zorunluluktan. Sakat çok, maçların zorluk derecesi yüksek ve önceliğini rakibi durdurmaya vermek zorunda. Ama bu orta saha felsefesiyle başarı gelmeyeceği ortada, mutlaka hücumu ilerletmek lazım. Benim düşüncem ise Cana'nın orta sahada çapa rolündeki isim olması ve yanında Elano, Misimovic veya illa defansif mücadele aranıyorsa genç bir ismin kullanılması {Musa Çağıran gibi}. Sen neler söylemek istersin, nedir kafandaki planlama?
Atilla Çelik: Galatasaray orta sahası için söylenebilecek ilk şey yaratıcılıktan uzak bir orta saha olmasıdır. Yaratıcılık derken akrobatik hareketlerden bahsetmiyoruz. Takımı sağlıklı bir şekilde hücuma kaldırmak ve ileri uç adamlarına topu sağlıklı iletebilmekten bahsediyoruz. Fenerbahçe Emre, Trabzonspor Selçuk, Beşiktaş Ernst ve Guti ile bunu yapabilirken, Galatasaray orta sahasında bunu yapabilecek tek isim ise ömrün yarısına gelmiş Ayhan Akman’dan başkası değil. Ayhan’ın bu işi ne kadar etkili yapabildiği ortada. Sarp, Barış gibi isimlerle kıyasa gittiğimizde bu işi en iyi yapan adam konumunda. Ama onun kapasitesi ve takım örgüsü bir yere kadar. Orta sahadan hücum bölgesine üst seviyede katkıyı kim yapacaktır? Cana’ya dikkat ettiğimizde yeri gelince adeta üçüncü stoper gibi oynuyor. Olayın tamamen defansif tarafı görev olarak verilmiş kendisine. Mustafa Sarp çok iyi niyetli olsa da kapasitesi bir yere kadar. Kapasitesi, Galatasaray gibi bir takımın ihtiyacını kesinlikle karşılamıyor.
Galatasaray’ın Cana’yı tek ön libero olarak kullanarak hemen önlerinde hücum ve defans örgüsünü dengeli olarak sağlayan oyunculara yer vermesi gerekiyor. Misimoviç’i bu bölgede kullanmak asıl Misimoviç’in üstünü çizer. Çünkü kendisi kesinlikle santrfor arkası oynaması gereken bir isim. Bu takımın Cana’nın hemen önünde oynayacak Elano’ya ve oyunun iki yönünü başarılı bir şekilde oynayabilecek yeni bir transfere ihtiyacı vardır. Bu isim Sarp olamaz. Ayhan bir nebze karşılayabilir. Eğer Arda dönerse Cana’nın hemen önüne Ayhan ve Elano’yu atarak şu anki görüntüden daha iyi bir kontrast sağlayabilirsiniz.
Fenerbahçe maçına baktığımızda rakibi durdurmamızın yanında önemli pozisyonlar da yakalamıştık. Trabzonspor karşısında ise Servet'in hatasına kadar yine defansif olarak müthiş işler yapmamıza rağmen bu sefer hücumda etkili olamadık. Bunda orta sahanın hücuma katkısının sıfır olması ve Elano, Misimovic ikilisinin de maç içinde iyi durumda olmamasının payı var. Ama Şenol Güneş'in maç sonrasındaki açıklaması ilgimi çekti. Galatasaray'ın bize karşı nasıl oynayacağını iyi biliyorduk ve buna göre tedbir aldık diyordu. Gerçi sağır ve kör sultanlar bile nasıl oynayacağımızı tahmin ediyorlardı ama yine de bir sürpriz yaratılamaz mıydı? Hagi'nin maç içerisinde kafasında oluşturduğu b,c,d gibi planları var mıdır yoksa o da a planını mı geliştirelim derdindedir?
Atilla Çelik: Eğer takımın bir çok şeyi olan Baros ve Arda yoksa Galatasaray’ın nasıl oynayacağı tabii ki bellidir. Olaya sadece iki adet isimden ibaret olarak bakmamak lazım. Baros ve Arda sahada olduğunda Galatasaray adına bir çok şey değişiyor ve taktiksel anlamda daha fazla seçeneğe sahip oluyorsunuz. Sadece Arda’nın sahada olmaması bile Galatasaray’da bir çok taşı yerinden oynatıyor. Misimoviç’i asıl mevkisinde oynatamamanıza, asıl iş yapabileceği bölgeden uzak tutmak zorunda kalmanıza sebep oluyor. Baros ve Arda olmayabilir, Misimoviç ve Elano var ya diye bir sav ortaya atılırsa arada dağlar kadar fark var bence. Elano’dan uzun zamandır tam verim alamamışken ve Misimoviç hala adaptasyon dönemindeyken, en iyi anlaşabileceği oyuncu olan Arda ile bir kere bile oynayamamışken gerçek Galatasaray’ın bu olmadığını bilmekte fayda var. Eldeki mevcutlara baktığınızda Galatasaray’ın en iyi yapabileceği şey, son üç maçtır uyguladığı şeylerdir. Buna eli mahkumdur. Elde fazla seçenek yokken, Hagi neden diğer seçenekleri uygulamıyor gibi bir soru şu an için erkendir.
Galatasaray’ın Trabzonspor maçında kötü oynadığına inanmıyorum. Elinden geldiğince iyi bir oyun tutturdu. Hatta ikinci yarı bir ara ipleri eline alır gibi oldu. İşler gayet yolunda gidiyordu. Makine tadında bir taktik disiplin söz konusuydu. Trabzonspor’un eli kolu bağlanmıştı. Etkili bile olamamışlardı. Ama tek bir hata bir çuval inciri berbat etti. Maçın hakkı beraberlikti ama sonuçta futbol hatalar oyunuysa, bir hata bir çok şeyi değiştiriyorsa siz de bu hatayı yapmayacaksınız. Yaptığınızda böyle bir sonuçla karşılaşıyorsunuz. Bilmem kaç dakikalık emeğiniz, makine tadındaki taktik disiplininiz elinizde patlıyor. Pimi çekilmiş el bombalarına sahipseniz, tedbir almakta fayda var.
İlgimi çeken bir konu da Hagi'nin oyuncu değişiklikleri oldu. Cana'yı dakika 60'ı bulmadan oyundan alması ve Jaja'ya özgürlüğünü tanıması, 1-0 gerideyken çift forvete dönmek yerine Elano & Emre Çolak değişikliği ve Misimovic maç içerisinde kendini buldu derken bir anda oyundan alınması ve Kewell'ın girmesi. Sen neler düşünüyorsun bu oyuncu değişiklikleri sonrasında?
Atilla Çelik: Maçın gidişatına ve o anki skora baktığınızda ilgili değişikliklerin pek yerinde olmadığını söylemek lazım. Takımın gole ihtiyacı varken gole en yakın adamların sahadan alınması sorgulanabilir. Hagi ve Tugay gözüyle olaya bakarsak belki Misimoviç çıkarılmıştır ama gol anlamında Galatasaray’a çok şey kazandırmış Kewell vardır sahada. Hücum anlamında etkili olabilecek Elano çıkarılmıştır ama yine bir hücumcu olan Emre Çolak sahaya sürülmüştür. En çok sorgulanması gereken Cana’nın çıkarılmasıdır. Mustafa Sarp dururken hala Cana’nın dışarı alınması üzerinde konuşulabilir. Cana’nın hala kondisyon eksikliği olduğu savını ileri sürersek en azından 15-20 dakika daha oyunda tutabilirsiniz. Teknik adamların olaya o an hangi gözle baktıklarını anlamak mümkün olmuyor. Ama bir gerçeği unutmamakta fayda var. Eğer Pino o topu ıskalamasıydı bunların hiçbiri konuşulmayacaktı. Doğruya doğru. Futbol böyle garip bir şey.
Aslında uzun uzun yazmamak lazım ama görünce de dayanamadım. Son günlerde bir Serdar Özkan mevzusu var. Bir zamanların büyük yeteneği ama çok genç yaşlarda kendini ısrarla bitirmeye çalışması ama hayatın ona çok ilginç şekilde sunduğu şanslar. Son olarak adı menajerlik dosyasında geçti ve ceza aldı. Aslında bu durum futbolcunun karakter noksanlığı yaşadığının resmi, ben bu futbolcunun Galatasaray forması altında nefes dahi almamasını istiyorum. Senin nedir düşüncelerin?
Atilla Çelik: Tek bir şey söyleyeceğim. Adnan Polat ve ekibi Galatasaray’a yakışmayacak isimleri göndereceklerini söylerken, belli ki Galatasaray’a yakışmayan isimleri almayacaklarını söylememiş. Eğer Arda Turan olmasaydı Serdar Özkan’ı bu forma altında görebilir miydik, bundan kuşkuluyum. Menajerlik dosyası muhabbeti işin çok farklı bir tarafı. Bu takıma verdiği bir şey olmayan bir oyuncunun bu noktadan sonra olmayacak olması da asla bir kayıp değil.
N.Xamax zaferini yaşamış bir neslin insanısın ve senin için de eminim bu zaferin gururu büyüktür. 9 Kasım'da da bu tarihi zaferi bir kere daha andık ama biraz da senden dinlemek isteriz. Çünkü Türk futbol tarihinin Dünya'ya karşı başkaldırışı olarak nitelendiriyorum bu zaferi. Zaten ilerleyen yıllarda da kurulan o düzenle büyük başarılara uzanan yola girmiş bulunduk. Senin için bu zafer neler ifade ediyor, maç anında neler yaşadın, Mustafa Denizli beş atarız dediğinde ona ne kadar inandın, maç sonrasında neler düşündün, sokağa kendini nasıl attın ve o günlerde bu zaferden sonrası çok güzel yıllara uzanacak deselerdi senin cevabın ne olurdu?
Atilla Çelik: Eskinin Galatasaray’ına dair çok uzun bir yazı yazmıştım birkaç yıl önce. Garip bir rastlantıdır ki bu maça dair yazdıklarım söz konusuydu. Oldukça uzun olan eski yazımdan uzun bir alıntı ile cevap vermek yeterlidir:
Çocukluğuma daha doğrusu çocukluğum ve Galatasaray’a dair aklımda kalan en büyük hislerden biri üşüme buz kesme duygusudur. Bazen de terleme. Futbol ve Galatasaray anlamında beni en çok etkilemiş sahneler 1988 yılında cereyan ediyordu. 12-13 yaşında hasta Galatasaraylı bir çocuk olmak bu yaş kökünü o esnada yaşanmış inanılmaz bir başarı tohumlarıyla beslemek büyük bir deneyimdi. O zamanlarda izlediğim her futbol maçında özellikle Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında heyecanlandığım kadar heyecanlanmadım. Bu heyecana benzer bir heyecanı bir tek Arsenal ile final oynadığımızda yaşamıştım.
Bir başkaydı o zamanların futbol izlenceleri. Kolay değildi ama. Türk Futbolu net bir şekilde başarısızdı. Şerefli mağlubiyetler dönemiydi. Ülke asırlar öncesinin 3-1’lik Macaristan zaferini diline pelesenk yapmış başka bir şey ortaya koyamıyordu. Göztepe’nin Kupa Galipleri Kupası yarı final deneyimini es geçmemek lazım ama onların Galatasaray Fenerbahçe ya da Beşiktaş olmaması bu başarının az ses getirmesine neden oldu. Günümüzde fazla hatırlanmıyor bile.
Ülkemde genel durum böyleyken ben bile ufacık çocuk halimle ne kadar başarısız bir ülke olduğumuzu bilince haliyle Avrupa arenasında yapılan maçları iple çekerdim. Hem de bir hafta öncesinden. Varsayalım maça 8 gün vardır. Aklıma sürekli maça 8 gün kaldığı gelirdi. Beterin de beteri başka bir alışkanlığım vardı. Özellikle maça 2 gün kala gün olarak değil kalan saat olarak hesap tutardım. Bir çocuk düşünün! Maçın başlamasına 37 saat kala geri sayım yapan. Aradan bir saat geçince sevinçle kendi kendine 36 saat kaldığını haykıran… Sırf zaman daha çabuk geçsin diye erkenden yatağa girdiğimi sabah uyanır uyanmaz ilk işimin kaç saat kaldığını hesaplamak olduğunu hatırlıyorum. Uyku sarhoşluğu ve daha el yüz yıkamamam umurumda bile değildi. Tuvalete girerdim kaç saat kaldığını sorgulayıp dururdum. Keza yemek yerken öyle sınıftayken öyle ders çalışırken öyle. Önemli maç arifelerinde hayatımın merkezinde sadece Galatasaray olurdu. Hele maça 2-3 saat kalmaz mıydı? Of zaman nasıl da geçmezdi. Adeta bir kabusu yaşardım. İfade edilemez heyecanı da. Ellerim ayaklarım buz keserdi. Maç bitene kadar bedenimdeki her nokta buz gibi soğuk olurdu. Oda cehennem sıcağını andırsa bile. Isınamazdım da.
Peki bu denli bekleyiş içinde olan bir veledin özellikle Avrupa arenasında çok ama çok başarısız olduğumuz bir zamanda bu heyecanına karşılık bizzat tuttuğu takımın ilkleri gerçekleştirmesi gözlerimizle inanamayacağımız skorlara imza atmasıyla atılan her gol sonrası nasıl çıldırdığını kimler açıklayabilir? Bu heyecan silsilesi ilk olarak 1988 yılındaki Rapid Wien maçıyla başlamıştı. Gerçi Galatasaray’a aşinalığım 1986 yılı civarı başlamıştı ama tam anlamıyla özümseyişim 1988 yılına tekabül etmekteydi.
O dönemlerde Avrupa’da oynanan futbolumuzun en önemli özelliklerinden biri deplasman maçlarımızda kaleye yaslanarak doksan dakika boyunca defans yapmamız oyunu sürekli geride kabullenmemiz rakibin oynamasına izin vermemiz rakibin saldırılarında “Çanakkale Geçilmez” edasında göğüs germemizdi. Başka bir vukuatımız yoktu ki! Olayımız buydu arkadaş!
O zamanlar deplasman maçlarımız maalesef böyleydi. Kaderimize mahkummuş gibi oyunu geride kabulleniyor olmamızın üzerimde yarattığı baskıyı ifade edebilmem mümkün değildi. Rakibin her saldırısında tırnak ve tırnak etlerimi parçalamakla kalmıyor ömrümden ömür gidiyordu. “90 dakikalık salt defans” ve “rakibin oynamasını kabullenme futbolu”nu düşününce nasıl acı çektiğim azap içinde maçı izlediğim anlaşılabilir.
Kim bilebilirdi ki Derwall sonrası Mustafa Denizli’nin cesaretiyle Galatasaray Futbol Takımı bünyesi içindeki tüm oyunculara atak futbol mantalitesinin adeta bir DNA etiketiymiş gibi damgalanacağını? Psikolojik desteğin verilmesi ve bazı konularda asıl sorunun kafaların içinde olduğunun lanse edilmesiyle Türk futbol tarihinin makus talihinin dönüşümüne şahitlik edecektim.
Tuttuğum takım vasıtasıyla…
5-0’lık Neuchatel maçının oynandığı gün hayatımın en dikkat çekici ve hala ilk günkü gibi hatırladığım anlarından biridir. Rövanş maçı televizyondan verilmiyordu. Sadece radyodan takip edilecekti. Maç oynandığı sırada okuldaydım. Radyodan dinleyebilme imkanımız yoktu. O zamanlar cep telefonu ne arar!
Müdür yardımcısının verdiği dersteydik. Kendisi çok sert disiplinli ve otoriter bir hoca olmasıyla tanınıyordu. Derste bir ara çekti gitti. Hemen sonra geri geldi. “Çocuklar Galatasaray 3-0 öndeymiş” dedi. Bir anda havalara sıçramıştık. İlk maçta 3-0 yenilmiştik ve bu skorla resmen maçı döndürmüştük. Otoriter ve sert saydığımız hoca bir anda ders vermeyi bıraktı. Ders boş geçmeye başlamıştı. Skorun 5-0 olduğunu duyduğumuzda ise kocaman okulda yer yerinden oynuyordu.
O zamanlar günümüzdeki düşmanlık yoktu. Çünkü gerçek gazetecilik vardı. Futbol ülkemizde endüstrileşmemişti. Para basmıyordu. Futbolun içinde fazla para dönmüyordu. Az para ama çok erdem vardı. Bu durum taraftar profiline de yansıyordu. Fenerlisi Beşiktaşlısı herkes okulu sevinçleriyle sallıyordu.
Maçın 5-0 bittiğini öğrendikten sonra sınıftan nasıl çıktım eve nasıl gittim anlatamam! Kalbim duracak gibiydi. Eve doğru gidiyor yolda yürüyordum. Çevreme bakıyordum. Gördüğüm manzaralar şu ağaç şu evle şu futbol sahası her gün her zaman bakındığım ve ortasından yürüdüğüm çevreye aitti. Ama bana daha önce hiç bu kadar güzel görünmemişti. Havaya bakıyordum. Bir başka görünüyordu gözüme.
Galatasaray’a duyduğum sevgi Galatasaraylılığım bana öyle mutluluklar veriyordu ki baktığım her noktada güzellikleri buluyordum. Hayat hiç bu kadar güzel olmamıştı. Çocuk dünyam tamamen gökkuşağı renklerinden ibaretti. Bu Galatasaraylılığımın bana yaptığı en büyük iyiliklerden biriydi.
Eve gittikten sonra yemeğimi yemiş Neuchatel maçının TRT’de banttan gösterileceğini öğrenmiştim. Aldık mı başa bela! İşin yoksa 1-2 saatin geçmesini bekle. Maçın skorunu biliyorum ama izlemeliyim. Bir an önce başlamalı! 90 dakikanın her saniyesini her karesini belleklerime kaydetmeli her anını bir nefes gibi gözlerime çekmeliyim. Son 1 saat kaldığında 59’dan başladım tek tek geriye sayarak 60 dakikayı sonlandırmıştım. Sanki maç hiç oynanmamış da o an canlı oynanıyormuş gibi heyecanlıydım. Ellerim buz kesilmiş ayaklarım Antarktika zeminine dönüşmüştü. Ayaklarımı hissetmiyordum. Hele golleri gördükten sonra çıldırmıştım. O golleri fırından yeni çıkmış üzerinden duman çıkan tazecik ekmeklermiş gibi sanki goller o anda tazecik atılmış gibi havaya zıplıyor ve deliler gibi bağırıyordum. Muhteşem gollerdi. İnanılmaz gollerdi. Adeta kendimi kaybediyordum.
Bu Galatasaray dünyanın en büyük takımıydı o an için gözümde…
Oynanan futbol ve atılan golleri gördükten sonra kimse bunun aksini söyleyemezdi. O maçta giydikleri beyaz formadan o kadar çok etkilenmiştim ki içindeki futbolcularımızın her birini dünya çapında futbolcularmış gibi hissetmiştim. Formanın verdiği karizma elde edilen sonuç futbolcuların ortaya koyduğu futbol ve atılan golleri bir potada eritip ufaltıp ayna tozuna dönüştürüp vücuda getirdiğimizde benim gözlerime üflenen ayna parçacıkları bana hayaller alemini sunuyor ayna parçacıklarını soluyarak hayallerimin içinde uçuyordum. O zaman Galatasaray’ın bana verdiği hisler anlatılamaz hayaller alemiydi. Tıpkı bir rüyada yaşıyormuşsun gibi.
Fakat gerçekti…
Bir rüya değildi…
O, Türk Futbol tarihini değiştiren maç için okula gitmemiştim ,maçı radyo veriyordu bu arada hep tartışılır o maçı ilker yasin mi ?Ercan taner mi anlatmıştı?Neyse onlardan birisi 4. gol de dün gibi hatırlıyorum aynen şöyle bağırıyordu;
YanıtlaSil"ELİMDE N.XAMAX BAŞKANI FACİHENETTİ'NİN HEDİYE ETTİĞİ KALEMLE YAZIYORUM GALATASARAY 4 N.XAMAX 0" dedi ve spiker dahil hep beraber ağlamaya başladık :)) ..... Unutulmazdı ....Muhteşem birgündü ..