
27 Eylül 2010 tarihli yazımda Elano'nun Santos'a kiralık olarak gideceği üzerine bir tez geliştirmiştim. Bunun sebebi Elano'nun beklentilerin çok altında kalması, düşen piyasası ve Avrupa kariyerinin başarısız geçmesiydi. Shakhtar ve Manchester City günlerine de baktığımızda büyük hayal kırıklıkları var ama o büyük potansiyeli sayesinde önemli transferler gerçekleştirdi. Galatasaray’da ise Rijkaard'la kimyalarının uymadığını zaten biliyoruz. 4-3-3 felsefesinde Elano'ya pek yer yoktu ama Hagi geldiğinde farklı bir Elano izledik. Mücadele gücünü arttıran, kazanmayı isteyen, savaşan bir futbolcu. Şimdi geldiğimiz noktada ise Elano'nun transfer olduğu haberi var. Sen bu durum için neler söylemek istersin, 1,5 sezonluk dilimde Elano sana ne ifade etti?
Atilla Çelik: Elano’yu konuşmadan önce futbolculuk yapısını değerlendirmekte fayda var. Bazı kişilere göre Elano Galatasaray’a yıldız, kurtarıcı, çok yetenekli ve yaratıcı bir oyuncu olarak gelmiş olabilir. Ben ise başından beri şunu düşünmüşümdür. Elano yıldız bir oyuncu değildir. Takım oyuncusudur. Eğer takımın oyun sistemi bir makineye bağlanmışsa, bu makinenin çok iyi işleyen parçalarından biri olabilirdi. Galatasaray’ın ise son yıllarda takım görüntüsünden uzak olduğunu ve bazı bireysel oyuncularının çabalarıyla bazı engelleri aşabildiğini biliyoruz. Böyle bir mekanizma içerisinde Elano’nun çok faydalı olabileceğini beklemek mümkün değildi. Hagi’nin Elano’yu kabullenmek istediğini ama Elano’nun kendi biletini kendi isteği ile kestiğini düşünüyorum. Galatasaray’ın son zamanlarda düştüğü durum, organizasyon sıkıntıları, sportif başarıdan uzak görüntüsü, kaos hali ve Elano’nun takıma aidiyet duygusu ile bağlı olmaması gibi unsurları bir araya getirdiğinizde Elano’nun neden ülkesine dönmek istediğini anlayabilirsiniz. Bazen isteksiz tavırlarıyla, çalışmadan uzak görüntüsüyle bir kısım taraftarları çıldırırken, yaşadığı ailevi problemlerle de sıkıntılı bir görüntü çizmiş olabilir.
Bir de olaya şu açıdan bakmak gerekiyor. Elano’nun bu takımda başarılı olabilmesi ve verimli bir şekilde oynayabilmesi için kulüp yönetimi ve teknik heyet neler yapabilmiş midir? Elano’nun çok iyi anlaşabileceği oyuncularla bir türlü birlikte oynayamaması, Sarp, Barış gibi düz oyunculara mahkum edilmesi, belli altyapısı olan oyuncuları kendi oyun yapılarına uygun oyuncularla bir arada tutmamak gibi etkenleri bir araya getirince, sonuç itibariyle başarısız bir Elano görüyoruz. Bu durum aslında temelde daha büyük bir soruna işaret ediyor. Galatasaray’ın yapısal durumunu ve takım içi dinamikleri dikkate almadan yapılmış bir transfer. Başarısız bir transfer. Oyuncu temelde başarısız ve kötü bir oyuncu değil ama kötü olan Galatasaray’ın futbol takımı yapısı...
10 numara mezarlığına yeni bir cenaze daha kaldırmış olduk. Felipe'den Lincoln'e uzanan sürece aslında hiç girmek istemiyorum. Malum mezar kapasitemiz oldukça geniş ve ruhları sıklıkla yad etmiş oluyoruz. Benim değinmek istediğim nokta yönetim vizyonsuzluğu. Resmi sitede iki-üç gün önce yalanladıkları Elano haberlerine aldırmadan Elano'nun transfer olduğunu görüyoruz. 8 milyon avro'ya gelen adamın 2.9 milyon avro'ya gönderilmesini geçtim, araya vazgeçtiği alacakları falan eklenip, birkaç matematik olayıyla bu transferin aslında çok olumlu bir durum olduğuna getirmeye çalışıyorlar. Sen matematiğin zaten kalbindesin, bu işleri iyi bilirsin ve bu yüzden Elano'nun satışını nasıl değerlendiriyorsun? Gerçekten bir kazanç var mı yoksa elden kaçan manevi değerleri eklediğimizde kaybın boyutu ne kadar büyük?
Atilla Çelik: Kulübün 9,5 milyon avroluk taahhütten kurtulduğunu belirterek bunu başarılı bir transfer olarak göstermeye çalışması tamamen psikolojik bir süreçtir. Tıpkı 100 TL olan bir ürünün 99,99 olarak gösterilerek daha ucuzmuş yalancı psikolojisinin tüketiciye yansıtılmak istenmesi gibi. Kulüp 9,5 milyonluk taahhütten kurtulmuştur, eyvallah ama bu kulübün kazandığı ya da kar elde ettiği bir tutar değildir. Aksine çok komik bir bakış açısıdır. Bu durumun ne anlama geldiğini çok basit bir şekilde izah edeyim.
11 yıldır çalışan bir insanım. Şu an bulunduğum şirkette 8. yıla gireceğim. Bu beraberlik uzun süre devam edecek gibi. Hatta eğer bir kaza, bela gelmezse iş hayatımı bu firmada sonlandıracağım. Devam edecek iş sözleşmem boyunca her ay, çalışmam ve emeğimin karşılığında aldığım belli bir tutar var. Varsayalım bu yıllık 36.000TL’ye karşılık geliyor. Gün geliyor, şirketimle papaz oluyorum diyelim. Şirketim de beni çat diye işten atıyor. Akabinde şöyle bir açıklama yapıyor: “Ya, bu deyyus aylık 3.000TL’den yıllık 36.000TL para alıyordu. Biz bunu kovduk. Yolladık. Eğer 5 yıl daha çalışsaydı 5 X 36 = 180.000TL girecekti bize. Bunu kovduk. 180.000TL’lik taahhütten kurtulduk.”
Ben de soruyorum size. Sizce bu bir kar ya da kazanç mıdır? Yoksa transfer başarısızlığını örtmek için uygulanan bir yöntem midir?
Halbuki yönetimin yapacağı çok basit bir şey vardı. Bu tarz derin rakamlara girmesine bile gerek yoktu. “Elano gitmek istedi, Galatasaray’da yer almak istemedi, memleketinde top koşturmak istedi, biz de mecburen onu el mahkum daha düşük bir fiyata yollamak zorunda kaldık,” diyecek ve yoluna devam edecekti.

Bunu da atlamadan geçmeyeyim. Bana gelen haberler arasında Misimovic'e ikinci şansın verileceği yer alıyor. Bu saatten sonra Misimovic'i kazanmak ne kadar mümkün ve sen kendini Misimovic'in yerine koyarsan, bu saatten sonra ne kadar katkı verirdin, kafandan neler geçirirdin?
Atilla Çelik: Misimoviç konusunda problemin azını futbolcunun kendisinde görüyorum. Siz takım olarak ne kadar başarılı organizasyon ve oyuncular topluluğu sunabildiniz ki, hatanın en büyüğü kendisindeymiş gibi Misimoviç’in biletini kesersiniz? Misimoviç’in bir Hagi olmadığını, Hagi gibi maç çeviremeyeceğini, takımın düzenli yapısı içerisinde asistleri ve pas futboluna katkılarıyla önemli işler yapabileceğini biliyoruz. Bu adam takımın en kaliteli ayaklarıyla bir arada oynayamadı. Asıl mevkisinde bile oynayamadı. Asıl mevkisinde oynamak istediği noktalarda hemen arkasında kendisine pas atmaktan aciz bir orta saha ile oynadı. En iyi şekilde anlaşabileceği Kewell, Arda, Baros gibi isimlerle oynayamadı. Arkasında müthiş bir orta saha desteği ile oynayamadı. Bu gerçekleri görmeden Misimoviç’in biletini kesmek biraz ağır kaçıyor.
Bu gurur kırıcı bir olay bence. Bir insanın gururu bir kere kırılmışken onu tekrar nasıl kazanabiliriz ki sorusunu cevaplandırmak oldukça güç. Eğer bu oyuncuya uygun bir yapıyı sunmayacaksanız, en başında onu transfer etmeyecektiniz veyahut onun yerine başarıya daha aç ve hırslı olan Ibricic’i alacaktınız. Bu noktadan sonra Misimoviç’ten faydalanmanın oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Hagi’nin oyun ve oyuncu felsefesini göz önüne aldığımızda ise genel kişisel yapısıyla Misimoviç’in Hagi’yi kesinlikle uygun olmadığını düşünüyorum. Hagi, yıldız oyuncu mertebesinde olsa bile savaşan, hırslı, kaybettiğinde göz yaşı döken, mağlup durumda olunduğunda buna direnç gösteren ve sahada her şeyini veren oyuncu modellerini benimseyen biri. Olaya bu noktadan bakmakta fayda var.

El Clasico öncesinde Barcelona tarafında olduğunu söylemiştin ve kazandığınız için kutlamak istiyorum. Maç öncesinde yaşanan Mourinho şovuna karşılık, saha içerisinde Barcelona şovu vardı. Harika bir futbol, resital ya da hangi tanımı kullanırsak kullanalım, bu Barcelona'ya az gelir. Real Madrid'i sahadan tamamen silerek galibiyet aldılar ve Mourinho'nun karizmasını epey çizdiler. Ama konuşmak istediğim konu farklı. Sergio Ramos'ta ben kendimi gördüm. Ramos olayın içerisinde kendini o kadar kaybetti ki, maçın son dakikasında önüne gelen herkesi devirdi. Messi'ye attığı tekmeyi çok çirkin buluyorum ama aynı şeyi ben de yaşadığım için onu da anlıyorum. Ben de mağlubiyeti kabul edemem ve mahalle maçlarında bunu çok yapardım. Birine bir tekme, diğerine yumruk derken çirkinleşen hırs tablosu. Senin ruh halinde de aslında ince bir agresiflik, hırs ve mücadele görüyorum. Yenilgiyi asla kabul edemeyen bir yapın var ve bunu göz önüne alarak Ramos için neler diyorsun? Senin de başından geçti mi böylesine bir hırs şovu?
Atilla Çelik: Serde Karadenizlilik olunca, zor hayat şartlarıyla karşı karşıya kalınca, bu bizim gibi kuzey ormanlarından fırlamış kişilere belli bir mücadele gücü, hırs ve yeri gelince de öfke katıyor. Bazı konularda çok sakin bir insan olsam bile damarıma basıldığında çok farklı bir boyuta gidiyorum. Öfkelendiğimde beni durdurmak pek mümkün olmuyor. Bu bazen oyunlarda da olurdu. Damarıma basıldığında dişlerimi gösterir, saldırgan bir hal alırdım.
2000 yıllarının başında Karadeniz Yol Projesi bünyesinde çalışıyordum. Şantiyede basket sahası vardı ve akşamları basket oynuyorduk. Proje müdür yardımcısı, muhasebe müdürü gibi iş ortaklığının çok yetkili isimleri ile rakip oluyorduk. Yenik duruma düştüğümüzde ya da proje müdür yardımcısı skora itiraz ettiğinde dişlerimi gösterdiğimi, garip garip laflar ettiğimi ve çok sert bloklar uyguladığımı hatırlıyorum. Bir kısım yetkililer bu durumu oyun da olsa kaybetmeye dayanamama yorup normal bulurken, misal muhasebe müdürü çaktırmadan beni uyarıyordu, oğlum patronuna ne biçim davranıyorsun diye. Bu hayatın bir çok alanında karşımıza çıkabilecek bir unsur. Ama burada ince bir çizgi var: Damara basmak ya da basmamak. Eğer biri damarınıza basmıyorsa durup dururken dellenmek ayrı bir manyaklık.
Messi konusuna gelirsek; Messi sakin bir adam, sevimli ve yumuşak bir adam. Çirkef bir futbolcu olmadığını biliyoruz. Genel becerileri ortada ve bu yeteneklerini sergilerken böyle sevimli bir adamın futbol hayatını kaydırmak istercesine acımasızca girişmek ekstrem bir durum. Belki de tarafsız gözlerle irdeleyemiyorumdur. Çünkü Real Madrid’i sevmiyorum. Sevemiyorum. Hemen karşılarında duran Barca’nın duruşuna, ruh haline, yaptıklarına ve felsefelerine hayranım. Real Madrid’in kadrosunda 5-6 Türk oyuncusu olsa bile yine Barca’yı tutardım. Bu tamamen hayat görüşümle alakalı bir durum.
Bir tarafta paso çenesini çalıştıran, laf yapan, rakibini tahrik etmeye çalışan bir takım, diğer tarafta ise ağzını kapalı tutup cevabı er meydanında veren bir takım. Bu ayrım bile bir çok şeyi açıklamaya yetiyor..

Galatasaray adına kötü denizin içerisinde kulaç atıyorken, biraz nostaljiye dalalım dedim. Bu yüzden Shabani Nonda diyorum ve sahneyi sana bırakıyorum...
Atilla Çelik: Nonda dendiği zaman aklıma gelen ve beni sürekli güldüren ilk şey taraftarların onu çağırırken kullandığı ifadedir. Nonda’nın ise kendisine nasıl seslenildiğini fark etmeden büyük bir heyecanla yumruğunu savurması ve armasını öpmesi ise yarılmakla eşdeğer. Taraftarın kendisini nasıl çağırdığını burada yazamam. Sonuçta rengini hesaba katınca tahmin edebilirsiniz.
Nonda, Galatasaray’ı gerçekten seven, nasıl davranması gerektiğini iyi bilen, fiziksel bazı sorunlarla uğraşsa bile elinden gelen her şeyi yapan bir oyuncuydu. Genel oyun yapısı son yıllardaki Galatasaray’a uygun görünmüyordu ama Baros’un dağıttığı savunmaya bitirici vuruşları yapabiliyordu. Yeniçeri damgası taşıyan yerliler tarafından özellikle sevilmesi ise onun Galatasaray’ın genel yapısının çok iyi farkında olduğuna delaletti aynı zamanda. Takımı sahiplenmesi, kızlarının akıcı şekilde Türkçe konuşması gibi etkenler bulunduğu yeri içselleştirmesiyle alakalıydı. Ama Nonda’ya dair aklımdan hiç çıkmayan bir görüntü varsa o da buzlu sahada 4-0 kazanılan Ankaragücü maçında attığı gol sonrası, GS Logolu eldivenleriyle işaret parmaklarını kaldırıp verdiği pozdur. Mutluluğun resmi gibi bir şeydi. O gülen yüzü ve parlayan dişleriyle..
videolardaki nondanin iki golunun asistinide sabri yapmis bu arada :)
YanıtlaSil