30 Nisan 2011 Cumartesi

Düşüncesi Bile Kötüyken Onu Uygulamak / Beşiktaş 2-0 Galatasaray

Sürekli aynı şeyleri yazmaktan sıkılmadın mı deniyor bana. Evet sıkıldım ama yapacak da birşey yok. Bir şekilde dışarı vurmak lazım öfkeyi, bunun da tek yolu blog. Öfkemin ise odak noktası, şu sıralarda Bülent Ünder. Kimsenin futbol bilgisine laf etmek istemem, yılların tecrübesi falandır ve saygı da duyarım ama açık açık söylüyorum. Bülent Ünder teknik direktörse ben de kendimi futbolun ilahı ilan ediyorum. Bazı kişiler birinci adam olamaz, bu açık ve net. Bülent Ünder de bu tecrübesine rağmen neden bir takım çalıştıramadığını bizlere her hafta gösteriyor.

Bana biri izah etsin yani, sağ bek Aydın Yılmaz nedir. Bu bir teknik direktörün zirvesidir, daha ileri asla gidemez. İmkansız birşey yani, budur dedirtti. Hadi Serkan Kurtuluş'la maça başladın, çünkü başka sağ bek yok elde. Oysa altyapıda o da vardır ama neyse diyelim. Serkan Kurtuluş'un kanadı maden olacaktı yani, bu kaçınılmaz son. Nitekim Simao başlamıştı o kanatta ama henüz 5. dakikada falan Quaresma oraya geçti ve ilk yarıyı forse etti, Serkan'a sarı kart falan göstertti. En basit futbol vizyonuna sahip insan bile Serkan'ın yerine Aydın Yılmaz'ı oyuna almaz. Aydın Yılmaz kendi bölgesinde ne kadar faydalı futbolcu ki sağ bekte ne yapsın. Bu adamın sağ bek geçmişi var mı, Arda'nın var onu biliyoruz mesela. En basit tercihle Insua'yı ya Çağlar'ı ya da Hakan Balta'yı {ne kadar yetersiz olsa da} sağ tarafa alacaksın. En azından ayakta kalabilecek bir futbolcuyla yola devam edeceksin ama sağ bek Aydın Yılmaz. Rüyamda görsem inanmayacağım bir hamleydi, Bülent Ünder'i tebrik etmem gerekiyor.

İki takımın da savunması kötü, bu duruma biraz da savunmaları yüzünden düştüler. Beşiktaş'ın ise artısı hücumdaki kaliteli ayakları. Yani Quaresma ve Simao. Bu da onların maçı oldu. Bek anlamında Galatasaray'ın yaşadığı sıkıntılardan müthiş faydalandılar ve bütün maçı kanatlardan forse ederek işi bitirdiler. Servet ve Gökhan Zan'la Bobo'yu durdurursun ama Quaresma ve Simao gibi futbolcular maçı kazanmayı kafaya koydularsa onları durdurmak zaten güç, Aydın Yılmaz'la falan ise komik duruma düşersin. Zaten Kazım'ın Arda'nın falan da savunmaya etkisi yoktu, böyle de olunca Beşiktaş istediğini yaptı, galibiyeti haketti.

Galatasaray cephesinden olaya bakınca da hücum anlamında tamamen sınıfta kaldık. Arda'nın etkisini hiç göremedim, Kazım zaten kopuk kopuk oynuyor. Pino'yu düşünmek Bülent Ünder'in aklına geliyor ama uygulamak istemiyor derken hücumda işler yürümüyor yani. Orta sahada her hücum topu Mustafa Sarp'la buluşuyor ve sürekli yanlış tercihler. Böyle de olunca Baros kozun da düşmüş oluyor ve Beşiktaş'ı izliyorsun, vay be adamlar ne güzel oynuyor diyorsun. Yine de pozisyonlar var, etkili olduğumuz dakikalar var ama hücumdaki kaliteli ayaklar skoru belirledi. Beşiktaş'in hücumcular iyi günündeydi, bizimkiler ise piyasada yoktu.

BEŞİKTAŞ: 2 - GALATASARAY: 0

Stat:
Fiyapı İnönü

Hakemler:
Yunus Yıldırım, Baki Tuncay Akkın, Cem Satman

Beşiktaş:
Rüştü, Ekrem, Sivok, İbrahim Toraman, İsmail (Dk. 82 Rıdvan), Quaresma (Dk. 81 Onur), Fernandes, Aurelio, Simao, Guti (Dk. 76 Hilbert), Bobo

Galatasaray:
Aykut, Serkan (Dk. 46 Aydın), Servet, Gökhan, Çağlar, Ayhan, Culio (Dk. 80 Pino), Mustafa (Dk. 64 Hakan Balta), Kazım, Arda, Baros

Goller:
Dk. 59 Aurelio, Dk. 60 Simao (Beşiktaş)

Sarı Kartlar:
Dk. 23 Serkan, Dk. 59 Arda, Dk. 68 Baros (Galatasaray), Dk. 70 Ekrem (Beşiktaş)

Bakıldığında Fahri Ama Futbol Açısından Derbi Oğlu Derbi

Ben derbinin pazar günü oynanacağını biliyordum ama maç bugünmüş. Bu durum da aslında derbi havasından ne kadar uzak olduğumun göstergesi. Galatasaray'ın kötü gidişatı, kongre olacak mı olmayacak mı sorularının arasından sıyrılıp derbiye konsantre olabilmek çok zor. Aynı durumun Beşiktaşlılar açısından da yaşandığını düşünüyorum, onlar da tamamen kupa finaline odaklanmış durumdalar. Yani içi boşaltılmış, suni derbi gibi görünen bir maç oynanacakmış gibi görünebilir ama benim düşüncem güzel bir futbol şöleni izleyeceğimiz yönünde.

Çünkü Beşiktaş - Galatasaray maçları her zaman bunu vaad eder. Her iki takımın da en iddialı olduğu ortamda bile ortaya kaliteli bir maç çıkar, bol pozisyonlar izleriz, kavgadan ve dövüşten pek konuşmayız, hakem hataları falan o kadar da konuşulmaz ve ortak kanaat çok kaliteli bir derbi izlediğimiz yönünde olur.

Ligin ilk yarısında oynanan ve Beşiktaş'ın 2-1 kazandığı maç öyle değil miydi. İki takımın da ortaya koyduğu harika bir futbol vardı, maç sonunda da zaten Galatasaraylı taraftarların Beşiktaşlıları alkışladığını gördük. Belki bu Galatasaray'a bir tepki gibiydi ama bunun örneklerini daha önceden de yaşadık. Ya da Ersan Gülüm'ün Kewell ve Neill'le maç içerisinde muhabbetleri, onlardan forma alışı, Arda'nın Guti'den forma alması falan güzel anektodlar. Diyoruz ya derbi böyle olmalı, ezeli dostluklar falan diye. İşte bu yüzden çok seviyorum Galatasaray - Beşiktaş maçlarını.

Şunu söyleyerek başlayayım. Her iki takımın da teknik direktörünü beğenmiyorum. Bunun da sebebi açık. Lig için gram iddian yok ama hala gençlere yönelmiyorsun. Necip Uysal'ı oynatmak gençlere şans vermek değildir, o zaten bu formayı hakeden bir isim. Gönül istiyor daha fazla genç futbolcu görmek, onların gelecek adına saçtığı ışık altında gururlanmak ama bu yok. Tayfur Havutçu'nun temel düşüncesi takımı ligde getirebildiğim en iyi noktaya taşımak. Oysa 6. olmak veya 10. olmak arasında bir fark yok. Nasıl olsa kupa finalindesin ve Avrupa anahtarı zaten senin elinde.

Aynı şey Bülent Ünder için de geçerli tabii, hem de daha ağırı. O da gençlere şans vermek yerine, ısrarla aynı futbolcular ekseninde yol almaya devam ediyor. 10. olmak veya 14. olmak arasında da fark yok, her türlü bu sezon tam bir çıkmaz yani bunu değiştirmek imkansız. Oysa 2-3 tane de olsa genç futbolcuya şans verse ve bundan birkaç yıl sonra bu futbolcuları da Bülent Ünder bizlere kazandırdı desek daha güzel olmaz mı? İşte o zaman Bülent Ünder'i, Tayfur Havutçu'yu daha iyi anarız, daha çok takdir ederiz.

Maç öncesi analiz yapmak ne kadar doğru bilemem. Çünkü ezberden bildiğimiz şeyler var. Her iki takım da kötü, eksikler var gibisinden. Ayrıca her iki takımın da tek düşüncesinin galibiyet olduğu, prestij olduğu. Galatasaray'ın artısı son haftalarda yaşadığı kıpırdanma, Arda Turan'ın kendini bulmaya başlaması ve Baros'un da dönmesi. Beşiktaş'ın artısı ise böylesine büyük bir maçta taraftar desteğini de arkasına alarak Quaresma ve Simao gibi yıldızları. Özellikle de Q7 bu maça çok farklı bakacaktır ve ondan inanılmaz bir performans bekliyorum. Bizim savunmanın da durumu zaten içler acısı, Quaresma'yı nasıl durduracaklar bilmiyorum.

Ama aynı savunma zaafiyeti, belki de daha büyüğü Beşiktaş'ta da var. Sivok ve İbrahim Toraman oynayacak gibi duruyor ama her iki futbolcunun da iyi durumda olduğunu söyleyemem. Arda'nın da toparlanması, Baros'un dönüşü derken sıkıntılı anlar yaşayabilirler. Şunu da ekleyeyim, ligin ilk yarısındaki maçta Pino'nun Ersan Gülüm'ü düşürdüğü zor durumları hatırlayın. Bundan yola çıkarak Pino oynamalı diyorum elbette ama Bülent Ünder kişisel ego tatmini modunda olduğu için bu aklına bile gelmez, getirmek istemez.

Yani, bu maçın kaderini savunmalar değil hücumlar belirler. Kim hücumda istikrarlı bir şekilde ayakta kalabilirse o maçı kazanır. Temennim ise bol gollü bir maç, kaliteli bir futbol ve maç sonrasında da ne maçtı be diyebilmek...

Yeniden Ait Olduğumuz Topraklardayız / Samsunspor Süper Lig'de

Yeniden ait olduğumuz topraklara geldik. Hatta şampiyon da olduk diyebilirim, işin matematiksel olayı falan da bitti. 5 yıllık büyük özlem bitti, Samsun ait olduğu yere geri döndü. Bu şampiyonluk önce Kenan Yelek'e gelsin diyorum, bu takımın en kötü zamanlarında da vardı. Şimdi iyi zamanlarında da o var. Sonrasında Zenke, Ahmet Şahin, Adem Alkaşi, Agbetu, Turgay Gölbaşı, Hakan Bayraktar, Kemal Tokak, Ersin Veli, Ufuk Bayraktar yani kim varsa, hepinize helal olsun. Ne kadar eleştirsem de Hüseyin Kalpar'a da büyük teşekkürler, hatta Billy Mehmet'e bile.

Detaylı bir yazı yazacaktım ama bunu önümüzdeki günlere bırakıyorum. Kapsamlı bir sezon analizi yapacağım...

O Maç Hasan Kabze'nin Galatasaray Tarihine Attığı İmzaydı

Şampiyonluk yolunda kırılma anları vardır. Beklenmeyen bir isim sahneye çıkar ve herkesi şaşırtır. Bir bakıma güvendiğin dağlara kar yağmasından öte güneş açar. Fazla geçmişe gitmeden akıllara Güiza'yı getirelim. Niang olsa belki oyuna giren o olmayacaktı ama kader böyle birşey. Tanrı, Güiza'nın orada olmasını istemiş misali o şans Güiza'ya geldi ve oyuna girdiğinin hemen sonrası golü atarak şampiyonluk yolunda takımına önemli bir adım attırdı. Eğer Fenerbahçe şampiyon olursa Güiza'nın bu hikayesini yıllarca konuşacağız.

Bazı isimler de bir maçta yaptığıyla gelecek sezonunu garanti altına alırlar. Pancu'nun kaleye geçme olayı böyleydi, bir sonraki sezonda kendisine 1 numara verilmişti. Güiza'nın ise böyle bir geleceğinin olacağını düşünmüyorum, takımdan ayrılacak ama geçmişini temizleyerek, bu gol sayesinde alkışlarla uğurlanarak.

Geleceğini garanti altına alanlardan biri de Aydın Yılmaz'dı. O zamanların Genç Aydın'ı, Konyaspor deplasmanının son dakikasında sahneye çıkarak muhteşem bir gol atmış ve takımının şampiyonluk yolunda önemli bir virajı almasını sağlamıştı. Maçtan sonra hatırlıyorum, Kadir Çetincalı, belki Ribery kaybedildi ama yenisi bulundu demişti. Aydın Yılmaz'ın geleceği ne oldu peki, koca bir hiç. Ama o gol onun bu sezon da bile hala takımda kalabilmesini sağlıyor, her Aydın Yılmaz dediğimizde bizleri geçmişe götürmeyi başarıyor.

2005/2006 sezonunun en büyük hikayesi Aydın Yılmaz değildi ama. Ümit Karan, Necati Ateş ve Hakan Şükür üçgeni arasında pek yüzüne bakmadığımız Hasan Kabze, sezonun sondan birinci haftasında piyasaya çıktı ve Beşiktaş maçında attığı 2 golle şampiyonluğu getirdi. Ben o ana kadar şampiyon olacağımıza pek inanmıyordum aslında, o zamanlarki düşüncem son haftalarda şampiyonluk yarışı seyrinin değişmeyeceği yönündeydi. Ama Hasan Kabze bütün ezberleri bozdu, o goller belki kendi geleceğini kurtaramadı ama Galatasaray'ın belki de en anlamlı ve en güzel şampiyonluğunu bizlere getirdi.

Beşiktaş derbisi deyince de aklıma bu geliyor, gelmeye de devam edecek. Fenerbahçe maçında hissettiklerim Beşiktaş karşısında oluşmuyor. Beşiktaş benim için önce önemli bir dost, sonra küçüklüğümün takımı, devamında ise harika bir futbol şöleninin iki yüzünden biri. Son derbilere bakınca da futbol anlamında keyif aldığımız, bol pozisyonlu, çirkinlikten, kavgalardan uzak ve kaliteli maçlar izliyoruz. Maç sonunda konuştuklarımız hakemlerden, olaylardan öte futbolun güzelliği, her iki takımın bizlere derbi tanımını bir kere daha hatırlatması. Her iki takımın da lig için iddiasının olmadığı şu günde yine son derece kaliteli bir maç bekliyorum.

Ama şunu da söylemeden geçemem, yukarıda da dediğim gibi. Beşiktaş maçları deyince aklıma Hasan Kabze gelmeye devam edecek. O maç Kabze'nin Galatasaray tarihine attığı imzaydı.

29 Nisan 2011 Cuma

Usta Terzi Dar Kumaştan Bol Gömlek Diker

Usta terzi dar kumaştan bol gömlek diker. Zamanında Mourinho da Porto'da bunları yaptı. Önce Uefa Kupası, devamında ise Şampiyonlar Ligi. Hayal bile edilemeyecek bir ikilemeydi bu ve bundan sonra da bir daha gerçekleşmesini zor görüyorduk. En azından Porto için. Ama Boas diye bir adam çıktı ve Porto'yu Uefa Kupası'nda finale taşımak üzere. Büyük ihtimalle de kupayı alırlar, haklarıdır da. Falcao ve Hulk destanını okuyoruz. Hatta Guarin, Otomendi, Moutinho gibi isimleri de. Az paraya alınan ama büyük işler yapan devler. Zamanında da bunu yapmışlardı, Deco ve Carvalho gibi isimlerle. Devamında da zaten bu futbolcuların da önü açıldı, Mourinho'nun da. Şimdi de Boas'ın önü açılacak, diğer futbolcuların da. Biz hala Boas acaba Türkiye'ye uğrar mı hayallerini kurmaya devam edelim, onun bir sonraki durağı zaten belli. Şunu da ekleyelim ama, kimin gittiğinin Porto adına bir önemi yok. Nasıl Barcelona sisteminden bahsediyoruz, Porto da büyük bir sistem aslında. Gidenin yeri mutlaka doluyor, 3'e gelen adam 40'a gidiyor ama yerine gelen adamın değeri de 3'ü geçmiyor. Bu sayede de kazanan daima Porto, haliyle de istikrarlı başarılar. İyi bir jenerasyon yakalandığında da gelen Avrupa Kupaları. Mourinho, Boas'la gurur duyuyor olmalı. Nitekim o da onun öğrencisi. Mourinho da bir bakıma fahri şekilde Porto'nun sportif direktörü. Cruyff & Barcelona ilişkisini hep kuruyoruz ama Mourinho & Porto olayını da gözden kaçırmayalım. Boas'ı oraya öneren kimdi, bunu bi düşünelim...

TT Arena Resmen Galatasaray'ın

Öyle ya da böyle, bu stad bizim hakkımız. Her ne kadar açılışında yaşananları pek sindiremesek, duruş göstermesi beklediklerimizin o duruşu göstermemesine rağmen. Çok uğraşıldı, büyük çaba sarfedildi, Özhan Canaydın'ın en büyük hayaliydi derken TT Arena resmen bizim oldu. Hayırlı olmasını, bu sezonki gibi sezonlar artık yaşanmamasını diliyorum...


AÇIKLAMA

Galatasaray Spor Kulübü ile Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü arasındaki görüşmeler sonucunda Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena Stadı’nın intifa hakkı sözleşmesi bugün imzalanmıştır.

Bu sözleşme sonucunda Galatasaray Spor Kulübü 49 yıllığına Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena Stadı’nın intifa hakkını elde etmiştir.

Türk Sporuna, Galatasaray Spor Kulübü’ne ve Camiamıza hayırlı uğurlu olmasını temenni ederiz.

Galatasaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu

Basketbolda Atlanan Çağ ve Alba Torrens

Futbolda yaşadığımız akıl tutulmasını görüyorsunuz. Ne bir planlama var, ne de bir organizasyon. Kimin gelecek sezon ne olacağı belli değil, doğal olarak futbol takımının da geleceği şu aşamada hiç parlak değil. Çünkü ortada gelecek falan yok, koca bir karanlık var.

Oysa basketbol öyle mi. Yılların uyuyan deviydi basketbol. Başarı beklentisi şimdiye oranla çok düşüktü, her yıl yerimizde sayıyorduk. Ama Hakan Üstünberk diye biri geldi ve şu kara leke denen yönetim içerisinde güneş gibi parlıyor. Erkeklerde baktığımızda Oktay Mahmuti ve yeniden yapılanma derken şampiyonluktan falan bahsediyoruz. Kim bilir gelecek yıllarda neler yapacağız.

Kadınlara bakıyoruz, yine harika bir yapılanma var. Fowles, Tamika falan derken yine şampiyonluk adına müthiş hamleler yaptık ama olmadı. Yine de ölü toprağı atıldı, her yıl daha iyisini yapmak adına müthiş bir çaba içerisindeyiz.

Ama şöyle bir eleştirim vardı. Adnan Polat'ın da dediği gibi ''bizim rakibimiz Fenerbahçe'' mantığından yola çıkarak hep ligde şampiyon olmak adına kadro kuruldu. Amaç Fenerbahçe'yi yakalamak gibi, oysa bizim Avrupa'da kendimizi hatırlatmamız lazım. Geçmişin yenilmez armadasını hatırlayın, ya da Euro Cup şampiyonu olan takımı. İşte o Euro Cup şampiyonu olan takımın üzerine yatırım yapıp, geçmişin yenilmez armadasını geri getirmek adına Eurolegue hamleleri yapmalıydık. Sanırım o hamleler de gelmeye başladı, artık Avrupa'da başarı isteniyor. Ligde bir şekilde şampiyon olabilirsin, nasıl olsa final oynaman garanti gibi.

İşte o Avrupa hamlelerinin ilki gerçekleşti ve Alba Torrens'le iki yıllık sözleşme imzalandı. Çok genç ve şu yaşında Avrupa'nın en değerli kadın basketbolcularından biri. Hem gelecek adına, hem de hedef yükseltmek anlamında başarılı bir transfer. Daha da önemlisi, iyi bir planlamanın nasıl yapıldığının kanıtı aslında. Hakan Üstünberk gerçekten kendini aştı ve yeni başkan kim olursa olsun umarım bu isimden vazgeçmez. Son yılların en başarılı yöneticisidir, kim ne derse desin.

Bilgi: Alba Torrens

İspanya’nın Doğu sahiline yakın özerk bir bölge olan Balear Adaları’na bağlı Binissalem’de 30 Ağustos 1989 günü dünyaya gelen Alba Torrens, İspanya basketbolunun son dönemde yetiştirdiği en önemli yıldızlardan biri olarak kabul ediliyor.

Alba Torrens, henüz 14 yaşındayken İspanya Federasyonu’nun yetenek avcıları tarafından keşfedildi. Ve Barcelona’da bir basketbol kampına davet edildi. O günleri anlatan Alba’nın babası Miguel Angel, “Eğer bu tecrübeyi yaşamasaydı, hayatının geri kalan bölümünü neler kaybetmiş olabileceği üzerine düşünerek geçirirdi” diyor El Pais’deki röportajında. Ardından ekliyor: “Eve geri dönme ihtimali her zaman vardı.” Ancak Alba Torrens, farklı hedeflerle yola çıkmıştı. Ve henüz eve dönmek için erken sayılırdı.

Basketbol okulunda geçen üç senenin ardından Celta de Vigo ile anlaşan genç oyuncu, 17 yaşındayken İspanya Ligi’nde forma giyerek dikkatleri üzerine çekti. Kısa süre içerisinde İspanya Kadın Basketbol Milli Takımı’nın altın jenerasyonundaki yerini aldı. Kariyerine point-guard özellikleri yüklenerek başlayan Alba Torrens, uzun boyunun avantajıyla zaman içerisinde diğer pozisyonlarda da oynama yeteneği kazanıyordu.

İSPANYA ve ALTIN JENERASYON

Ülke basketbolunun nesil olarak en iyi işleyen sisteminde şans bulan genç yıldız, 2005 yılında Fransa’yı yenerek şampiyonluğa ulaşan İspanya U16 Milli Takımı adına final maçında 20 sayılık bir performans sergiledi. 2006 senesinde ise –turnuvanın yaş ortalamasından bir yıl küçük olmasına karşın- U18 Avrupa Şampiyonası’nda oynadı. 2006’da şampiyonluk, 2007’de ise ikincilik yaşadı. Aynı sene içerisinde U19 FIBA Dünya Şampiyonası’nda forma giydi. 2008’de de İspanya’nın Olimpik Milli Takımı’nda yer aldı. Ve 19 yaşını tamamladığında ülkesinin tüm milli takım kategorilerinde oynamış oldu.

Alba Torrens’in uluslararası düzeyde sergilediği yetenekleri, 2009 yılındaki U20 Avrupa Şampiyonası’nda da kendisini izleyenleri büyülemeye devam etti. İspanya, turnuvanın final maçında Fransa’ya kaybetti. Ancak “En Değerli Oyuncu” Alba Torrens oldu. İspanyol yıldız, organizasyonu maç başına 16 sayı, 6,1 ribaund ve 4,3 asist ortalamalarıyla bitirdi. Kendisini diğer oyunculardan ayrı tutan ise İspanya’nın kazandığı yedi maçın tüm kırılma anlarında söz hakkı almış olmasıydı. Kariyerinin ilk yıllarından itibaren rekabeti sürekli en üst seviyede yaşayan Alba Torrens, final maçlarında neler yapılması gerektiğini biliyordu.


HALCON AVENIDA KARİYERİ

Yıldız oyuncunun kulüp kariyerinde bir üst aşamaya çıkmasının zamanı gelmişti. Ülkenin şampiyonluk için oynayan takımlarından Halcon Avenida Salamanca, 2009 senesinde Alba Torrens ile anlaşmaya vardı. Euroleague sertliğinde rakiplerine karşı boy ve fizik avantajını kusursuz kullanan Torrens, kısa süre içerisinde ligin en elit oyuncuları arasında yerini almayı başardı. Bulunduğu iki senede EuroLeague All-Star maçlarında forma giydi.

Euroleague’de bu sezon Halcon Avenida ile Galatasaray Medical Park’a karşı da oynayan Alba Torrens, takımının İspanya’da 86-59 kazandığı maçı 18 sayı, 3 ribaund, 4 asist ile tamamladı. Halcon Avenida’nın 81-64’lük üstünlüğüyle sona eren İstanbul’daki maçta ise 24 sayı, 4 ribaund ve 5 asistle oynadı. Bu maçta Euroleague’de bireysel sayı rekorunu geliştirdi. Halcon Avenida, Galatasaray Medical Park’ın bulunduğu C Grubu’nu sekiz galibiyet ve iki mağlubiyetle lider bitirdi. İspanya temsilcisi, daha sonra ikinci turda Pecs 2010, çeyrek finalde Wisla Can-Pack takımlarını mağlup ederek Final-Four’a kaldı.

Rusya’nın Ekaterinburg’un takımının ev sahipliği yaptığı organizasyonun yarı final maçında İspanya temsilcisi Ros Casares Valencia ile karşılaşan Halcon Avenida, sahadan 61-49’luk skorla galip ayrılarak finale yükseldi. Finaldeki rakip ise son dört sezonun şampiyonu Sparta&K Vidnoje-Region oldu. Ancak bu maçı da 68-59 kazanan İspanya temsilcisi, Rusya takımının Euroleague’deki hakimiyetine son veren takım oldu. Sezon boyunca maç başına 15,8 sayı, 4,2 ribaund ve 2,3 asist ortalamaları yakalayan Alba Torrens, final maçlarındaki fark yaratan performansıyla “En Değerli Oyuncu” seçildi.

KAZANMA KARAKTERİ

Kariyeri boyunca işleyen sistemlerin önemli parçalarından olan Alba Torrens, son olarak 2010-11 sezonu final serisinde Ros Casares Valencia’yı iki maçta geçen Halcon Avenida ile İspanya Ligi şampiyonluğu yaşadı.

Avrupa’nın en iyi oyuncusu olan İspanyol yıldız, 1.92 metre boyunda, guard ve forvet pozisyonlarını rahatlıkla oynayabiliyor. Kadın basketbolu için saygınlık uyandıran boy avantajını iki ve üç numaralı pozisyonlarda sıklıkla kullanan Torrens, bir anda kullandığı patlayıcı tarafıyla penetre üzerinden sayılar bulabiliyor. Genç oyuncu, ayrıca bir ve dört numaralı pozisyonlarda da görev alabiliyoır. Kazanma alışkanlığını küçük yaşlardan itibaren edinen oyuncumuz, takım başarısını bireysel istatistiklerinin önüne koyan değerli bir isim.

Alba Torrens, tüm yeteneklerini artık Galatasaray Medical Park için kullanacak. Kendisine kulübümüzdeki kariyeri boyunca üstün başarılar dileriz.


Galatasaray.org


Galatasaray Sevgisi Falan Yok, Bunun Adı Ego

Bizler gelecek planları kurmaya devam edelim. Şu başkan olur, şu isimler alınır, takımın şunlara ihtiyacı var hayallerine devam edelim. Zaten başka yapacak birşey yok, kısa vadede kurtuluş adına öngörülen herşeyin önü tıkanmaya devam ediyor. Kongrenin aldığı karara saygılıyız diyenler, kulüp değerlerini hiçe sayanlar, taraftarlarını kaale bile almayanlar da mahkemeye gitmiş. Amaç ne, bir sene daha takımın başında kalabilmek. Bunun adı Galatasaray sevgisi falan olmaktan çıktı, bunun adı egodur.

İyi ya da kötü, geleceği bilemeyiz ama Beşiktaş'ın şimdiden geleceğini planladığını görüyoruz. Almanya'ya gidiliyor ve gurbetçi futbolcular araştırılıyor, bir yandan transfer çalışmaları devam ediyor. Çünkü bütün bunları şimdiden programlamazsanız gelecek sezonu nasıl kurgulayacaksınız. Galatasaray ise görünen 14 Mayıs'a kadar beklemek zorunda, iş işten geçecek haliyle. Şu da var tabii, 14 Mayıs diyoruz ama daha kongrenin olup olmayacağı belli değil. İmzalar toplanır, her türlü kongreye gidilir deniyor ama bu da yaz aylarına sarkacak gibi. Yani şimdiden gelecek sezonu çöpe atın deniyor. 7 Mayıs'ta kongre olsun, çoğunluk sağlanmalı derken düşülen şu duruma bakın.

Adnan Polat'ın bu son hamlesi dalga geçmektir, ben giderken beraberimde birçok şeyi götüreyim sevdasıdır. Galatasaray sevgisi falan da kalmadı artık, egolar çok fazla ön planda. Seçim yapılır her türlü, Galatasaray da bir şekilde toparlanır ama Adnan Polat'ın bıraktığı kara lekenin üzerine bir de kazıdığı kara imaj nasıl temizlenir bilmiyorum. Acaba düşünüyor mudur, Galatasaraylılar bundan birkaç yıl sonra beni nasıl hatırlayacak, tarih kitapları neler yazacak. Ne vardı kafadan seçim kararını alsan ve en azından Galatasaray'ı sevdiğini bizlere göstersen. Tamam tarihin en kötü başkanı olarak anılacaksın ama bu kadar büyük enkaz yaratmanın anlamı egodur artık.

28 Nisan 2011 Perşembe

İbrahim Kaş'ın Psikolojisini Abdullah Avcı Düzeltir Diyorum

Türk futbolcuları mutlaka Avrupa'ya açılmalı derken gözden kaçırdığımız isimler de var. İbrahim Kaş bunlardan biri. Giderken bonservisi yoktu, oysa Beşiktaş'ın beklenti duyduğu isimlerden de biriydi. Ertuğrul Sağlam'ın özellikle sevdiği bir futbolcuydu. Gitti, şans bulamadı derken Beşiktaş ne olursa olsun kendisine kucak açıp kiralık da olsa kadrosuna kattı.

Ama bir kere düşenin ayağa kalkabilmesi çok zor oluyor, mezardan futbolcu kaldıracak tipte teknik direktörlerin eline düşmesi lazım. Şenol Güneş gibi mesela. O üst düzey yetenekleri tekrar bizlere hatırlatabiliyor. Bir de bunun alt modeli var tabii. O da Abdullah Avcı, IBB'nin imkanları içerisinde eski yetenekleri tekrar bizlere hatırlatıyor. İbrahim Kaş'ın da Abdullah Avcı gibi bir teknik adamın eline düşmesi gerek tekrar ama bunu zaman gösterir.

İbrahim Kaş, bu sezon Getafe formasını giymeye devam ediyor ya da edemiyor diyelim. Kendisi koskoca sezonda sadece 4 maç forma şansı bulabildi, takımın stoper diye yandığı haftalarda da kendisinin yüzüne bakılmadı bile. İbrahim Kaş da psikolojim bozuldu diyor ama bu da geçer diyelim. Doğru işler yaparsa, bundan sonraki kariyerini iyi planlarsa tekrar kendine gelir. Ama kısa vadede tekrar Milli Takım'a yükselmek, üç büyükler falan büyük hayal. O kumara kimse girmez ama yetenekleri tekrar parlatmak isteyen Abdullah Avcı gibi isimlerin de beklediği bir transfer olur. Can Arat, Holosko, İbrahim Akın gibi örnekleri unutmamalı.

Kiminin Vedası, Kiminin Tekrar Merhabası

Son haftaların değişmez haberidir bu, ''Lucas Neill, tedavi olmak amacı ile ülkesine gitti.'' Sürekli bu haberi okuyorum ama neredeyse her hafta Neill sahada. Üstelik verebileceğinin en iyisiyle ama bu sakatlık haberlerinin sıklığı da kafamı karıştırıyor. Sanırım Neill'in kesin yolcu olduğunun kanıtı. Bir Avrupa kariyeri daha yapacak kadar nefesi olmasına rağmen ülke futboluna katkı vermek isteği ve bu yüzden de Avustralya Ligi'ne gideceği söyleniyordu. Bu da olacaktır, kaçınılmaz gerçeğe doğru ilerliyoruz. Benim düşüncem elbette takımda kalmasından yana ama değişim de kaçınılmaz. Yeter ki bu değişim sağlıklı bir şekilde olsun.

Bülent Ünder'i sürekli eleştiriyorum, kendisini aslında sevmiyorum da ama şu sözüne hak verdim. Kewell ve Neill müthiş profesyoneller ve takımda olmaları gençler açısından büyük şans. Zaten bu adamların takımda kalması gerekliliğinin önceliği bu. Hep diyorum ya, keşke Galatasaray altyapısında oynayan genç bir futbolcu olsaydım ve Kewell ne yapıyor, ediyor diye peşinden ayrılmasaydım.

Bülent Ünder'i sevmeme nedenim de ortada. Yeniden olumsuz moda gireyim ve Pino mevzusunu hatırlatayım. Kendisinin nasıl kadro dışı kaldığını hatırlıyoruz. Mücadele etmiyor, ruhsuz gibisinden ithamlarla. Oysa hücum anlamında kısır geçen Trabzonspor maçında, biz de 10 kişi kalmışken girdiği pozisyon ortada, zaten başka pozisyon da yok. Orta sahaya kadar çekmişsin kanatları ve Pino'dan verim bekliyorsun. Gelmeyince de basın önünde asıyorsun. Aldığı parayı haketmiyora kadar gidiyor iş ama adamın aldığı para da ortada.

Neyse ki hatadan dönüldü ve Pino takıma dahil oldu. Kendisine şans verilir mi, verilmez mi bilmem ama gider ayak şu takımdan hangi kaliteli adamın ayağını kaydırayım düşüncesi de beni deli ediyor. Gelirken gençleşeceğiz, yeni isimlere şans vereceğiz diyenler hala aynı futbolcularla, bu takım neden kötü sorusunun cevaplarıyla yola devam ediyorlar. Garibim Emre Çolak ve Anıl Dilaver de Kayserispor maçında oyuna girmeyi bekliyor...

27 Nisan 2011 Çarşamba

Messi'den Öte Söze Gerek Yok / Real Madrid 0-2 Barcelona

Messi mi Ronaldo mu. Ebedi bir tartışma aslında bu ama cevabının da açık olduğu. Ronaldo için birçok özellik saymamız mümkün ama Larry Bird misali Messi için en iyi o diyoruz. Yine yaptığı bir slalomla Real Madrid'in Şampiyonlar Ligi hayalini çöpe attı.

Real Madrid'in terazisi Pepe ile orantılı. Kırmızı kartı yedikten sonra oluşan görüntüye bakarak bunu söylüyoruz. Mourinho'nun da Pepe'den sonraki duruma hamle yapamaması bu yorumun sağlaması aslında.

Maçtan önce ise senaryo zaten hazırdı. Gergin bir maç olur, sertlik üst düzeyde olur, Mourinho'nun önceliği her zaman olduğu gibi Barcelona'yı kitlemek üzerine olacaktır ve Barcelona da her zaman ne oynuyorsa buna devam eder. Senaryo kafadan hazırdı yani ama Barcelona'nın bazı eksikleri de kafa karıştırıyordu. Puyol'un sol bek oynaması, Iniesta'nın olmaması gibi. Ama Barcelona sistem takımı ve kusursuz bir işleyişi var. Kim oynarsa oynasın felsefe değişmiyor, onlar istedikleri sürece daima oyunun hakimi durumundalar. Yani onları durdurabilmek güç ama yavaşlatabilirsiniz. Mourinho da bunu bildiği için Pepe tercihini ısrarla kullanıyordu, ilk iki maçta da başarılı olmuştu. Pepe'nin yediği kırmızı karttan sonra dengelerin nasıl değiştiğini gördük zaten. Pepe hamlesi alternatifi olmayan bir düşünce sistemidir.

Barcelona'nın da temel düşüncesi maçı kendi sahalarına taşımaktı, 0-0'a razı bir tablo vardı aslında. Kral Kupası'nda olanlar da Barcelona'yı yavaşlatmış ama sistem tıkır tıkır işliyor. Real Madrid'in hücumda istediği verimi alamayınca farklı bir reaksiyon gösterme şansı yok. Orta sahada hücum anlamında ekstra isimler yok, Ronaldo'yu durdurmak Real Madrid'in bütün hücum aksiyonunu bitiriyor. Di Maria, Mesut Özil gibi isimler de etki göstermeyince, Adebayor değişikliğinin de Real Madrid 10 kişi kalınca bir anlamı olmayınca bu skor kaçınılmaz oldu. Maç başında yazdığımız senaryoyu da Messi bozdu.

Rövanşta Real Madrid'in şansının olduğunu pek düşünmüyorum. Ramos yok, Pepe yok ve kazanmak zorundasınız. Hem de en az iki farkla. Bu yüzden de risk alacaksınız, hücum kadrosu sahaya süreceksiniz ama Barcelona gibi oynamaya çalışırsanız da ligin ilk maçında olanlar başa gelebiliyor. Acı ama gerçek, Mourinho'nun nefesi Şampiyonlar Ligi'ne yetmedi.

REAL MADRİD: 0 - BARCELONA: 2

Stat:
Santiago Bernabeu

Hakemler:
Wolfgang Stark, Jan-Hendrik Salver, Mike Pickel(Almanya)

Real Madrid:
Casillas, Arbeloa, Sergio Ramos, Albiol, Marcelo, Diarra, Pepe, Xabi Alonso, Mesut Özil (Dk.45 Adebayor), Di Maria, C. Ronaldo

Barcelona:
Valdes, Alves, Mascherano, Pique, Puyol, Xavi, Busquets, Keita, Pedro (Dk. 71 Afellay), Villa (Dk. 90 Sergio Roberto), Messi

Gol:
Dk. 76 ve Dk. 87 Messi (Barcelona)

Sarı Kart:
Dk.39 Arbeloa, Dk. 54 Sergio Ramos, Dk. 82 Adebayor (Real Madrid), Dk.43 Alves, Dk. 57 Mascherano (Barcelona)

Kırmızı Kart
: Dk. 45 devre arasında yedek kaleci Pinto (Barcelona), Dk. 61 Pepe, Dk. 62 teknik direktör Jose Mourinho (Real Madrid)

Real Madrid'in de Çarkı Döndü, Kral Mourinho Oldu

Bundan birkaç ay önce ne konuşuluyordu, şimdi ne konuşuluyor. Mourinho'nun Real Madrid'den ayrılma ihtimali üzerine konuşuyorduk, egoların çarpışmasında mağlup Mourinho gibiydi. Şimdi ise ibre tersine döndü ve Kral Kupası geldi derken Şampiyonlar Ligi'nde de Barcelona karşısında iddialı bir duruma gelmek Mourinho'nun elini güçlendirdi ve onu tekrar vazgeçilmez kıldı. Bunu sağlamak ise basitti, Barcelona gibi oynamak yerine bir önceki sezon onları nasıl durdurması gerektiğini çok iyi bilen Mourinho'ya ipleri bırakmaktı. Öyle de oldu, Pepe'yi orta sahaya çekmekle imzasını atan Mourinho bizlere tekrar bu kesiti izletti. Valdano da haliyle çark etti, "Mourinho'nun dört yıllık bir sözleşmesi var ve kalmak istediğini söylüyor. Ona inanmamak için bir sebep görmüyorum. O, Real Madrid için ideal teknik direktör ve kazanmaya hala aç" diyor. Bir anda çark nasıl döndü gördünüz, daha da dönmeye devam edecektir. Guardiola'nın son söylemlerinden de yola çıkarak Barcelona bu işe artık daha sıkı sarılıyor, özgüvenleri zedelendi ama Mourinho cephesinin de çok iddialı olmadığını görüyoruz. Hala işe temkinli yaklaşıyorlar ve bu temkinler de bizlere yine kısır bir El Clasico ama sonunda Mourinho'nun kazandığı bir tabloyu getirecektir.

Atletico Madrid Derken Şimdi de Liverpool, Tottenham

Arda hakkında çıkan son söylemlerin iyi bir yanı vardı aslında, bizleri kendimize getirdi. Arda'yı da kendine getirdi bir bakıma, bunu da ekleyelim. Eskiden bu söylemler olumsuz etki yaratırdı, şimdi ise bunlardan olumlu şekilde beslenebiliyor. Taraftar da kendine geldi ve tamamen kenetlenmiş bir şekilde Arda kalsın diyorlar.

Pek iş işten geçti mi, bence hayır. Kesin gider gözüyle baktığım Arda, bana sorarsanız kalacaktır. Yeniden yapılanma diyoruz, revizyon diyoruz ama takımın da en iyisini gözden çıkarıyoruz. Tezat bir durumdu bu. Ne zaman işler rayına oturur, işte o zaman Arda Turan gönül rahatlığıyla Avrupa kariyerinin sayfalarını çevirmeye başlar.

Ama Galatasaray'ın kötü gidişatı ve sürekli gitme söylemleri de yayıldıkça Arda'nın piyasası bir anda yükseldi. Sezon başında Atletico Madrid'in resmi teklifini görmüştük, şimdi ise Liverpool ve Tottenham gibi takımların da Arda'yı istediğini görüyoruz. Oysa Arda adına kayıp bir sezondı ve sürekli sakatlıklarla uğraştı. Takımın da geriye gitmesi Arda'nın piyasasını düşürür diyordum ama aksine piyasası giderek yükseliyor. 15-16 milyon avro'luk bonservis rakamları konuşulur oldu. Şunu da ekleyelim, Liverpool'un teknik direktörü olan Kenny Dalglish'in transfer listesinin ilk sırasında Arda Turan yer alıyor. Bu da ayrı bir gurur aslında, Liverpool çok yakışır ve Türk futbolu adına yeni bir zirve daha görmüş oluruz ama dediğim gibi Arda Turan'ın Galatasaray'dan ayrılacağını düşünmüyorum, en azından gelecek sezon için...

26 Nisan 2011 Salı

Nonda'nın Özel Servisi

Severiz Nonda'yı...

Bu Bir Kumardı

Zaten Avrupa'ya futbolcu ihracı yapamıyoruz, giden futbolcuların da çok azı orada belirli bir kariyer edinebiliyorlar. Nihat Kahveci de onlardan biriydi. Çok fazla sakatlık yaşamasına, gittiğinde AB statüsü gibi bir dalgayla da uğraşmasına rağmen La Liga açısından iyi bir kariyeri vardı. Real Sociedad ile şampiyonluğa yürüyüşünü hatırlayın, ya da Villarreal ile yaptıklarına. Çok uzun zaman sakatlıklarla falan uğraşmasına rağmen iyi bir kariyer yapmıştı ama o sakatlıklar da bir noktadan sonra kariyerin önündeki en büyük engel. Bu yüzden de Villarreal'in Nihat Kahveci'den vazgeçmesi çok zor olmadı ama istese hala La Liga'da kalabilirdi. Belki güç düzeyi düşük bir takımda ama ne olursa olsun Avrupa isyanı devam ederdi.

Nihat Kahveci, 2009 yılında Beşiktaş'a geri döndü. Kimi Beşiktaş aşkı depreşti desin, kimi ise yıllık ücretine bakın da öyle konuşun desin. Öyle ya da böyle bu adam buraya geldi. Ama beklenileni de veremedi, hala da verememekte. İlk geldiği sezon sakatlıktan çıktı dendi, askerlik olayı falan dendi ve Emre Belözoğlu'nun da Fenerbahçe'deki ilk sezonuna bakarak umutlar korundu. Ama bu sezon gelen bütün şanslara rağmen Nihat'ın istenilen düzeye gelmemesi, doğal olarak tepkilere yol açtı. Taraftar da şu an kendisine sırt çevirmiş durumda, Nihat da haliyle çok agresif zamanlar geçiriyor. Konyaspor maçında ve sonrasında yaptıkları patlama anıydı zaten, bu saatten sonra Nihat Kahveci'yle yola devam etmenin anlamı kalmadı.

Devam edilse bile herhangi bir beklenti olmamalı, ayrıca yıllık ücreti yine hatırlatayım. Kolay değildir bu adamları ülkeye geri getirmek, kesenin ağzını açmak zorundaydınız ve bunun büyük bir kumar olduğunu da hatırlatayım. Fenerbahçe, Emre Belözoğlu da bu kumarı kazandı ama Beşiktaş kaybetti.

İkisi de Profesyonel

Kalite açısından baktığımızda yerli orta saha sıkıntısı çok büyük. Mevcut orta sahalar ya hücumda ya da defansif anlamda repertuar sahibi durumundalar. Oysa günümüz futbolunda başarı isteyen takımların en defansif orta sahası bile müthiş top tekniğine sahip olmalı. Ülkemize baktığımızda ise Milli Takım anlamında bunun sıkıntısını yaşamayız, alttan da inanılmaz isimler geliyor ama kulüp bazında bu sıkıntıları yaşayabiliyoruz. Gerçi Fenerbahçe'nin Emre Belözoğlu'su, Trabzonspor'un Selçuk İnan'ı hatta Eskişehirspor'un Sezer Öztürk'ü var. Galatasaray'ın ise elle tutulur kimsesi yok, sadece Culio diyoruz ama o da yabancı. Oysa en cafcaflı dönemimizde en defansif görünen orta saha futbolcumuz Suat Kaya'ydı ki kendisini sadece defansif olarak sınamak imkansız. PSG'ye attığı golü bile düşünmek yeter.

Yaz döneminde ise çölde açan vaha misali Selçuk İnan ve Hamit Altıntop gibi futbolcuların sözleşmesi sona ediyor. Haliyle de hayaller başlar, bu adamları kaçırmayalım gibisinden. Kafadan şununla başlamak lazım, Selçuk İnan'ın da dediği gibi herşey para değil. Bu yüzden ibre Avrupa'ya yakar, özellikle de Selçuk İnan için. İsterim de aslında gitmesini, çok kaliteli bir isim ve doğru bir kariyer planlamasıyla beraber de müthiş iş yapar. Bu durumdan Trabzonspor'un kazancı olmaz ayrı konu ama yapacak birşey yok. Avrupa'ya gitmeyi kafasına koyan gider, zaten diğer türlü hedefin para olduğu ortadadır ve üç büyüklerin önereceği yıllık ücretlere de Trabzonspor'un cevap verebileceğini düşünmüyorum. Şunu da ekleyeyim, Selçuk İnan'ın başka bir Türk takımına gideceğine inanmıyorum.

Hamit Altıntop açısından ise iş değişik, o Türkiye'ye ışığı yaktı. Yani Avrupa'da yapabileceğim herşeyi yaptım ve biraz da para kazanalım modunda. Ama onun da hala kariyer açısından istekleri elbette olacak, Şampiyonlar Ligi'nde oynamak gibi. Bu yüzden şununla başlayayım, Galatasaray'ın ve eğer kupayı alamazsa Beşiktaş'ın Hamit için handikapı büyük olacak ve keseyi oldukça büyük açmak zorunda kalacaklar. Onlar da biliyor, Hamit'in gittiği takımda fark yaratan bir isim olabileceğini. Fenerbahçe'nin de bildiği gibi. Hamit Altıntop'u da almış bir Fenerbahçe bana göre evrimini tamamen gerçekleştirir ve yerli rotasyonlarıyla beraber tamamen bir Şampiyonlar Ligi takımı olabilir. İçimden bir ses de bu transferin olacağını söylüyor. Sanki Hamit Altıntop, Fenerbahçe'ye daha yakın gibi.

Çocukken Galatasaraylıdır, Beşiktaşlıdır falan bilmem ama bu adamların pek duygusal yaklaşacağını düşünmüyorum. Duygusal yaklaşacak olan Selçuk İnan'dır. Üstelik Trabzonlu olmamasına rağmen.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Higuain Döndü Derken, Yarı Finale Geldik


Santrafor konusu Real Madrid açısından büyük sıkıntı. Ben Higuain'in bile Real Madrid'in ne kadar santraforu olacağını düşünürken onun sakatlığı sonrasında takımın yaşadığı sıkıntı sonrası Higuain için methiyeler düzmeye başladım. Higuain de çok büyük bir isim ama ne bileyim Real Madrid deyince insan Ibrahimoviç, Drogba'nın 2-3 sene önceki hali, Rooney gibi isimler istiyor. Benzema bu yönde bir transferdi, beklentiler çok yüksekti ama onun da düştüğü durum Fenerbahçe'nin Güiza'sı misali. Sürekli eleştiriliyor, beklentilerin altında kaldığı söyleniyor. Kaldı da zaten, o yeterli duruma gelseydi Adebayor olayına hiç girilmezdi. Şimdi ise Adebayor'la iyi kötü idare ediliyor, hatta Ronaldo da ne kadar istemese de o bölge için bir alternatif durumunda. Ama Higuain geri döndü, bu mesajı da son maçta attığı üç golle verdi. Diğer mesajcılardan biri de Kaka oldu, bu futbolcuların da döndüğünü görünce Real Madrid'in nasıl bir rotasyon denizinde yüzdüğünü anlıyoruz.

Lig açısından tren kaçtı ama Şampiyonlar Ligi yarı finali öncesinde rotasyonun çok daha genişlemesi Mourinho'nun elini oldukça güçlendirdi. Özellikle de santrafor açısından. Benzema veya Ronaldo'ya santrafor anlamında muhtaç değil artık. Çünkü her ikisinin de Barcelona maçlarında bu bölgede gösterdikleri performans iyi değildi. Ne zaman oyuna Adebayor girdi ve toparlanma evresine geçildi, Ronaldo da kendi bölgesine geçince Kral Kupası geldi. Adebayor'u da Semih Şentürk misali bir futbolcu sayabiliriz. Kenardan gelerek müthiş etki yapıyor. Şimdi ise rotasyonun içerisine Higuain ve Kaka girecek mi merak ediyorum, özellikle de Higuain. Kaka'nın işi zor, çünkü Mesut Özil ve Di Maria iyi durumdalar. Ama santrafor sıkıntılı, Higuain nokta atışı yapabilir. Tottenham maçı basın toplantısında Mourinho, Higuain'i yanına alıp ''sen daha önce Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final gördün mü'' diyordu. Şimdi ise yarı final görmüş durumdalar. Higuain'in ise yarı finalde forma giymemesi benim açımdan sürpriz olacak...

Gönüllerin Şampiyonusunuz

Biraz geç kalmış bir yazı; ancak henüz fırsat bulabildim yazmaya. TKBL Final serisi 3-1 Fenerbahçe' nin üstünlüğüyle sonuçlandı ve 2010-2011 sezonunun şampiyonu Fenerbahçe oldu.

Seri başlarken rakibine karşı oynadığı son iki maçı kazanan ve takım olma olgusunu daha iyi sahaya yansıtan Galatasaray favori görünüyordu. Serinin ilk maçında Fenerbahçe, İpekçi deplasmanından sürpriz bir galibiyet çıkarınca bir anda bütün avantaj Fenerbahçe' nin eline geçti ve bunu kullanan ekip şampiyon olmasını bildi.

Öncelikle kendimizi eleştirmeye başlayalım. Koca sezon 22 maç oynuyorsun. Ne için? Sadece final serisinde saha avantajını ele alabilmek için. Bu ligin iki takım arasında geçeceğini herkes biliyor. Sen sezonu lider tamamladıysan eğer evindeki bütün maçları alıp, deplasman maçlarının da sonucu ne olursa olsun şampiyonluğu kutlayacaksın. Gerekirse evinde hakemleri de yeneceksin; tıpkı ikinci maçta olduğu gibi.

İlk maçta gerçekten hiç gününde olmayan bir Galatasaray vardı. Son periyoda kadar silik, oyunda kendisini gösteremeyen bir Galatasaray. Bu berbat performansa rağmen son dakikalarda Gülşah' ın harika üçlükleriyle oyuna ortak olmayı başardık. Son topta maçı kazanma fırsatı da elimize geldi ancak kullanamadık.

İkinci maç sürpriz olmadı. Galatasaray, çok rahat bir galibiyet aldı. Ev sahibi biz miydik onlar mıydı pek anlaşılmadı hakem yönetiminden ama yine de kazanmayı bildik.

Caferağa' daki maçlar öncesinde olacakları az çok tahmin ediyorduk aslında. Diana' nın diyetinin ödenmesi gerekiyordu. ''Her şeye rağmen(!)'' şampiyonun Fenerbahçe olacağını tahmin etmek pek zor değildi.

Kızlar sahada inanılmaz mücadele ettiler. Ellerinden geleni yaptılar ama olmadı; oldurtmadılar. Sakat Fowles' ın oyuna girme isteği, Seimone' un yüz ifadesi, Işıl' ın plaketi alışı...

Galatasaraylılığımla gurur duydum izlerken. Bunlar benim için bir teneke parçasından çok daha kıymetliydi.

Sonsuz teşekkürler Sarayın Sultanları; Galatasaraylı olmanın gururunu en derinlerde hissettirdiğiniz için!

Skibbe, Halil Altıntop ve Cenk Tosun


Skibbe'yi takdir ederim ve çok beğendiğim bir teknik adamdır. Galatasaray'ın başında da çok daha uzun kalmalıydı dediğim isimlerden biriydi. Hala da inanıyorum, ileride çok iyi işler yapacağına. Ama bazen birşeyler olur, tek bir kararıyla bile bir teknik adamın futbol bilgisini sorgularsınız. Ben Gerets üzerinden bu eleştiriyi getirmiştim, Tromso faciasından sonra. Bütün sezon boyunca Iliç'i de dahil edersek üç forvetle oynayan adam Tromso maçında kontrol futbolu diye Saidou ve Volkan Arslan'ı bir arada oynatmıştı. 30. dakikada da zaten bu hatasından döndü ama iş işten geçti. Sonra rekor puanla şampiyonluk falan yaşadık ama aklımda hep bu kaldı.

Skibbe'nin de Cenk Tosun'u görememesi gerçekten inanılmaz bir olay. Beynimde yarattığım Skibbe imajına vurulan büyük bir darbe aslında. 11 maçta 10 gole ulaştı Cenk Tosun ve Türkiye açısından baktığımızda ezber bozan bir santrafor. Hadi Bayern Münih forması giyse anlarım da Frankfurt gibi bir takımda forma şansı bulamaması ve çok cüzzi bir rakama bırakılmış olması da akıl işi değil. Şu açıdan da bakabiliriz aslında. Skibbe'nin tercihi Halil Altıntop üzerine oldu. Bu adamın üstüne çok düştü ama haliyle beklenen seviyeye hiçbir zaman ulaşamadı. Zaten Halil Altıntop genel itibariyle beklentilerin aşağısında olan bir futbolcu olarak hafızalarda kaldı, artık daha da ileri gitme ihtimali yok. Milli Takım'a falan seçilebilmesi ise büyük mucize. Ama o Halil Altıntop haftalarda oynadı, Cenk Tosun'un yüzüne bile bakılmadı.

Cenk Tosun da ayağının tozuyla önce Skibbe'ye sonra da bu transferi bir türlü gerçekleşirmeyen Galatasaray'a kapağını gönderdi. Şuna inanıyorum, iyi futbolcu her takımda oynar. Cenk Tosun için de Gaziantepspor doğru adres oldu söyleminden öte nereye giderse gitsin bu adam oynardı demek en mantıklısı. Frankfurt gibi bir takımda da kral olması lazımdı ama Skibbe bende büyük hayal kırıklığı yarattı...

Şunu da ekleyeyim, Halil Altıntop Cenk Tosun'un sol bacağı olamaz...

24 Nisan 2011 Pazar

Gerets & Cana

Fatih Terim, Lucescu ve Gerets. Ünal Aysal'ın açıklamalarından bu resim çıkıyor ortada. Ben hala Terim ve Lucescu'nun daha ağır basan ihtimaller olduğunu düşünsem de Gerets'in de en az onlar kadar şansı var. Ayrıca kendisi de teklif aldığını doğruladı, Fas'ı bırakır mı bilmem {son yıllarda maddiyat üzerine bir kariyer yaptığından} ama Galatasaray'a da hayır demez. Çünkü hala Galatasaray'ı seven, ilgilenen bir adam. Mesela, Lorik Cana transferi onun tavsiyesiyle gerçekleşmişti. Savaşa gidiyorsanız ilk onun adını yazarsınız dediği Cana'yı Gerets'in tavsiyesiyle almamız Gerets'in buralarla ne kadar ilgili olduğunun kanıtı. Şunu da yazmakta fayda var, Gerets'in olası dönüşü Polat ve Sezgin'e ilahi bir tokat niteliğinde olur. Siz giderken, ben geldim gibisinden. Lorik Cana'nın ise haliyle Lazio'ya gidecek geyikleri de son bulur, olası Arda Turan transferi de gerçekleşirse Marsilya günlerinde olduğu gibi Cana'yı kaptan olarak izleriz. Bugün Cana'yı yerden yere vuranlar da, vay be bu adam neymiş derler. Çünkü onlar Cana'nın ayrılığı durumunda De Sanctis için düzdükleri methiyeleri düzecekler, buna ben de dahil...

Adım Adım Süper Lig / Orduspor 1-1 Samsunspor

İlk 11 ve sistem istikrarından bahsediyordum. Zor da olsa bunu yakalayabilmek önemliydi, kritik haftalarda bu istikrar bizi zirveye taşıdı ve bugünlerde de yerimizi hemen hemen garanti altına aldı. Ama bu 11 içerisinden herhangi bir futbolcunun olmadığında Samsunspor'un ne kadar dağıldığını görüyoruz, aslında dağılmaktan da öte Hüseyin Kalpar'ın yanlış tercihleri bunun sebebi. Hakan Bayraktar gibi bir ön liberonun yokluğunda oynayan isim Murat Yılldırım gibi ofansif bir sağ kanat. Yani bir devşirme. Durum da böyle olunca bütün sistem ayarları bozuluyor, bu dengesizlik içerisinde de ne olduğunu anlamıyorsun. Doğal olarak Orduspor ilk golü bulan taraf oldu ama neden bu noktada olduklarını da bizlere gösteren durumlar vardı.

Samsunspor orta sahasının bütün dengesi bozulup, savunma üzerine binen yük artmasına rağmen {alınan hücum risklerini de atlamadan} Orduspor'un boş alanları hiç değerlendirmediğini, bu yönde hamleler yapmadığını gördük. Bunun aksine kapandılar, skoru daha ilk yarıdan itibaren korumak istediler ve bu da en büyük hatalarıydı. Çünkü Hüseyin Kalpar hatasından döndü, Musa Büyük gibi defansif bir futbolcuyu hücumun sağında kullanmak akıl işi değildi. Kenarda da Abdülaziz Solmaz gibi bir isim varken. İşte bu değişikliği yaparak önce oyunun bütün hakimiyetini ele aldı, rakibin de ekstra ötesi sertliğine rağmen oyunu Orduspor'un kalesine yıkmayı başardı.

Devamında gelen Dilaver Güçlü değişikliği ise sistemin bozuk bütün taşlarıdı yerine oturttu ve Zenke ile 1-1 olan maçın 2-1'e de gelebileceğini gördük. Hakan Bayraktar yerine Dilaver Güçlü oynasa ve diğer futbolcuların yeriyle hiç oynanmasa kazanılabilecek bir maçtı ama Orduspor deplasmanından da bir puan çıkarmak oldukça iyi. Bu sonuçla beraber Orduspor'un işi iyice zora girdi, Samsunspor ise olası Güngören Belediyesi galibiyetiyle beraber de liderliği garanti altına alabilme şansına ulaştı.

ORDUSPOR: 1 - SAMSUNSPOR: 1

Stat:
19 Eylül

Hakemler:
Fırat Aydınus, Kemal Yılmaz, Mustafa İspiroğlu

Orduspor:
Fevzi, Numan, Kürşat, Emrullah, Mehmet Ayaz (Dk. 85 Sinan), Ali, Ahmet Kuru (Dk. 57 Jovan), Jerry, Müslüm,
Selçuk, İrfan

Samsunspor:
Ahmet Şahin, Musa (Dk. 46 Abdul Aziz), Turgay,
Kemal, Ufuk (Dk. 71 Dilaver), Adem, Orhan, Zenke, Murat, Agbetu (Dk. 68 Osman), Ersun

Goller:
Dk. 5 Ahmet (Orduspor), Dk. 78 Zenke (Samsunspor)

Sarı Kartlar:
Dk. 14 Jerry, Dk. 15 Ahmet, Dk. 34 Selçuk, Dk. 81 Emrullah, Dk. 89 Kürşat (Orduspor), Dk. 62 Kemal, Dk. 86 Turgay (Samsunspor)

Bülent Ünder'le Geleceği Düşünmek Koskoca Bir Boşluk

Sakatlandı, sezonu kapattı dendi ama iki hafta içerisinde iyileşerek çift kale idmana çıktı. Dün de maça. 15 dakika içerisinde de Ayhan ve Mustafa Sarp'ın 90 dakikada yapamadığı icraatları yaptı. Adamın sezon sonunda sözleşmesi bitiyor, gidişat ise takımdan ayrılacağını gösteriyor ve yaş 33'e gelmiş. Takımın da hali ortada, hedefsiz bir durum. Normalde bu futbolcunun havluyu atmasını ve sezonu kafasında tamamlamasını beklersiniz ama o sahaya çıkıp hala elinden geleni yapıyor. Sonra da hakkında çıkan eleştirilere bakın. Kaçak oynuyormuş, maç içerisinde yatıyormuş falan filan. Keşke herkes onun gibi kaçak oynasa ve kaçak bir biçimde sonuca gidebilsek. Neill ve Kewell gibi futbolcular hala bu takım içerisinde inanan kişilerin olduğuna işaret, 2 senedir takımın içi boşalıyor ama bu tip futbolculara hala rastlamak mümkün. Sürekli Kewell, Neill dediğim için de eleştiriler alıyorum ama bu adamlar kalsa da sabah akşam eleştirilsem, razıyım. Büyüksün Neill Baba...

Diğer adamım da Insua. Ben hayatımda böyle bir karakter görmedim. Hagi kendisini yedek bile bırakmadan tribüne yolluyor ve bu adam da Hakan Balta, Çağlar Birinci gibi isimlerden çok daha iyi bir futbolcu olduğunu bilmesine rağmen ses etmiyor. Twitterda orada burada mesajlar yazıp, takım için çabalıyor. Şu adamın yarısı kadar inansak zaten durum böyle olmazdı. Dün de maçtan sonra takımda kalmak istediğini söylemiş, olsa ilk gönderecekleri isim o olacak. Kiralık ya, hiç bonservis olayına bulaşmak istemeyecekler eminim. Dün de gördük adamın futbolunu, sahanın en iyi isimlerinden biriydi. Ama ne oldu, Bülent Ünder ödül misali Insua'yı oyundan alarak Çağlar Birinci'yi 88. dakikada oyundan sürdü. Sanki 3-0 öndeyiz ve futbolcu alkışlatmak istiyor. Ya da Çağlar kaderi değiştirebilecek bir isim ki oyuna alıyor. Garibim Insua da Bülent Ünder'in kendine şans verdiğini zannediyor, oysa Hakan Balta sakat olmasa yine onu oynatacak, adım gibi eminim.

Son olarak Bülent Ünder elbette. Belki gelecek sezonlarda yokum ama gelecek adına 1-2 hamle de ben yapayım demeyen teknik direktör. Dün de dedim, takımın 12. veya 9. olması arasında bir fark yok. Biz Bülent Ünder'i bu şekilde iyi hatırlamayız, 1-2 tane genç futbolcu kazandırsa ileride şu adamları da Bülent Ünder bizlere sundu deriz. O ise ısrarla aynı kadroyla yola devam ediyor, geleceğini görmeyen futbolcuları denemeye devam ediyor. Tugay Kerimoğlu dün saha kenarında Emre Çolak ve Anıl Dilaver'i işaret ediyor oyuna girsinler diye ama o Çağlar Birinci'yi oyuna sürüyor, maç 1-1 ve gelen değişiklik sol bek üzerine. Komik bir durum, gel 14 Mayıs gel demek istiyorum...

23 Nisan 2011 Cumartesi

Ama Uyanacaktık / Galatasaray 1-1 Kayserispor

Futbol anlamında uyanıyoruz, kıpırdanmalar var. Belki de zirve yarışı ve küme düşme hattının kendini belirgin etmesinden kaynaklanan bir durumdur bu, sonuçta hedefsiz rakiplerle oynuyoruz ve biz de hedefsiziz. Hedefini kaybettiğinde de yapman gereken geleceğini planlamak yani kadro üzerinde bazı denemeler yapmak. Gençleri oynatabilirsin, Insua'ya şans verdiğin gibi birkaç hamle daha yapabilirsin ama geçtiğimiz hafta kazanan kadronun bozulmadığını görüyoruz. Bu en büyük yanlış, sürekli bir rotasyon içerisine girme zamanı geldi. Şu ortamda da gençler oynayamayacaksa ne zaman şans bulacaklar ve gelecek adına bizlere ışık saçacaklar. Emre Çolak, Anıl Dilaver, Berkin, Ahmet Kesim ve diğer arkadaşlar şans bekliyor ama 11'e baktığımızda yine Mustafa Sarp, Ayhan, Gökhan Zan hatta sakat olmasa Hakan Balta.

Bülent Ünder'in mesajı şu mu acaba, aynı durum Tayfur Havutçu'da da var aslında. Geçici gibi görünen bu görev süremde takımı bulunabildiği en üst noktaya taşımak. Bunun için de kimleri en iyi görüyorsam onları oynatırım. Oysa 12. olmakla 9. olmak arasında fark yok, aksine 1-2 tane genç ismi kadroya kazandırsan biz seni 10 yıl sonrada hatırlayacağız. Şu isimleri de Bülent Ünder takıma kazandırdı diyeceğiz.

Manisaspor maçında alınan 3 puanın iyi izlenimlerini bu maçta da gördük. Şu aşamada en büyük sorun özgüven, maç kazandıkça futbolcular kendine geliyor. Ama bunun bir maçta da geçmesi imkansız bir durum, bu maçta kaçan gollere baktığımızda bunu görüyoruz. Hatta Manisaspor karşısında da gördük, öne geçilen maçta rakibin bizi yakalayacağı psikolojisi. Tek kale oynamak, sürekli pozisyonlara girmekte fayda etmiyor, özgüven kaybı büyük ve bu özgüveni de sürekli aynı futbolcuları oynatarak, gelecek sezon bu takımda kalmayacağını bilen isimlerle yola devam ederek atmak imkansız.

İki hedefi olmayan bir takımın maçı da seyir zevki açısından güzel izlenimler bırakıyor. Her iki takım da mutlak kazanmak istiyordu ve bunun için de çabaladılar. Kayserispor'un yaşadığı sık sakatlıkların ve devre arasında da takım kimyasını kökten değiştiren transferlerin ardından çok farklı bir kimyaya büründüğünü görüyoruz. Gol yemeyen takım son 6-7 haftada 20 gol yemiş. Ambarat ve Ziani'nin getirdiği hücum repertuarını izlemek güzel ama asıl ihtiyaca yönelik hamle gelmeyince takım kimyası bir anda değişti ve düşüş başladı. Aynı sorunu geçtiğimiz sezonda da yaşadılar aslında. Galatasaray karşısında da son haftalarda olduğu gibi mahkum oynadılar, bir anda gelen rüzgara karşı koyamadılar ve 2. dakikada yenik duruma düştüler. Kadroya bakınca da eldeki tek hücum silahı kontra ataklar, Galatasaray savunmasının açıklar vermesi. Bu imkanı bulmak zordu aslında, skor daha da farklı olabilirdi ama 20. dakikada skor 1-1'e gelince bir anda Galatasaray'ın özgüven bulanımından yararlanarak o kontra silahlarını çalıştırmayı başardılar.

Zaten her geçen dakika Galatasaray adına bir ızdırap, orta sahadan hücum katkısı gelmesi çok büyük bir hayal. Bu yüzden de yük yine Arda'ya bindi, hücumu da paylaşamayınca beklenen gol haliyle gelmedi. Hasan Ali Kaldırım'ın ekstra çabasını, Kayserispor kalecisini de kutlamak lazım tabii. Şunu da görmek güzel ama, Sabri ve Insua gibi bekler olunca kanatlar çalışıyor. İşte biraz daha ofansif bir orta saha olsa, herşeyi Arda'ya yıkmak yerine daha paylaşımlı olunsa ve Neill gibi bir futbolcuyu da daha erken sahaya sürebilsek durum belki farklı olurdu ama 1-1'lik skora razı olmak zorunda kaldık.

GALATASARAY: 1 - KAYSERİSPOR: 1

Stat:
Ali Sami Yen Kompleksi Türk Telekom Arena

Hakemler:
Cüneyt Çakır, Bahattin Duran, Tarın Ongun

Galatasaray:
Zapata, Sabri, Gökhan Zan, Servet, Insua (Dk. 88 Çağlar), Aydın (Dk. 46 Baros), Ayhan, Mustafa (Dk. 75 Neill), Culio, Arda, Stancu

Kayserispor:
Gökhan, Savaş, Önder, Hamza, Hasan Ali, Ziani, Abdullah (Dk. 88 Furkan), Selim, Santana, Troisi (Dk. 84 Semih), Amrabat (Dk. 90 Ömer)

Goller:
Dk. 2 Gökhan Zan (Galatasaray), Dk. 20 Abdullah (Kayserispor)

Sarı kartlar:
Dk. 31 Troisi, Dk. 54 Önder, Dk. 66 Savaş, Dk. 80 Gökhan, Dk. 90 4 Furkan (Kayserispor), Dk. 58 Sabri, Dk. 73 Arda (Galatasaray)

Yaş 40 Ama İnadına Futbol

Larsson'u hatırladım birden. Adam yaşlanmak nedir bilmiyordu. 35 yaşında bile Manchester United gibi bir takıma gidebilme kudreti vardı. 10 hafta kiralık olarak forma giydiği Manchester United'den sonra da ülkesine geri dönüp harika işler yapmıştı. Tabii bu süre zarfında Milli Takım'ı da bırakmasına rağmen kendisini ne zaman çağırsalar geri döndü. Şu an ne yapıyor, futbola devam ediyor mu bilmem ama yaşlanmayan bir değerdi.

Bir de Litmanen var tabii. İskandinavya'nın geninde mi bu var bilmiyorum ama 40 yaşına gelen Litmanen hala transfer olabilmeyi başarıyor. HJK Helsinki'ye transfer oldu şimdi de. HJK Helsinki, bildiğiniz gibi sezon başında Avrupa Ligi ön elemesinde Beşiktaş'la karşılaşmıştı. Litmanen de bir sezonluk anlaşma imzalayarak Finlandiya şampiyonluğuna son bir kez göz dikmiş gibi. İlginç olan nokta ise şu, Litmanen hala Milli Takım formasını da giyiyor ve 40 yaşında gol atıyor. Larsson'un İsveç olayından farklı bir durum tabii, Finlandiya futbolunun olduğu nokta ortada ve nadir bulunan yıldızlarının da tabir yerindeyse etinden, sütünden fayda sağlamak istiyorlar. Litmanen de şikayetçi değil, işine bakıyor. 42'ye kadar da yolu var diyorum. Bu tip yaşlı efsaneler ayrı bir ilgi uyandırıyor bende, bu futbol hırsı ve dayanıklılık zaten neden efsane olduklarının göstergesi.

Yarışmacı Ruh Bu Olsa Gerek

Döndük dolaştık, taklalar attık ama bazı tabular asla değişmez ve bu tabular sürekli karşımıza çıkar. İşte bu tabulardan biri de Turgay Kıran'ın her başkanlık seçimi ısrarla aday olması. Yine kazanamayacak, hatta sabah akşam laf söylediğimiz Mehmet Helvacı'dan da az oy alacak ama Turgay Kıran başkan adayı olmaya devam edecek. Kendisi ilk Canaydın'a karşı 100. yıl döneminde aday olmuştu ama o dönem güçler birleşmiş ve yönetime dahil olmuştu. Adnan Polat'lı yıllar ise kendisini göremedik, belki ilerleyen yıllarda başka bir yönetimle görebiliriz. Ama başkan olması imkansıza yakın. Yine de bu özgüven ve medeni cesaretten ötürü kendisini kutlarım. Yarışmacı ruh bu olsa gerek...

22 Nisan 2011 Cuma

Viraj Kritikti Ama Hala Şans Yüzde 49 / Eskişehirspor 0-0 Trabzonspor

Sürprizlere açık bir lig, kalan haftalarda da kimin nerede puan kaybedeceği belli olmaz ama bu maçın da şampiyonluk yolundaki en kritik viraj olduğunu belirtmek lazım. Trabzonspor'un galibiyeti onları bir adım öne taşıyacaktı, olası puan kaybı ise Fenerbahçe'yi. Benim görüşüm ise her iki takımın da kalan bütün haftalarda galibiyet alacağı yönündeydi ama Trabzonspor'un bu panik futbolu ve ligin ilk yarısında onları övdüğümüz bütün değerlerini kaybetmiş olmaları işi zora sokan unsur oldu. Trabzonspor'un bir maçı kazabilmesi adına en büyük artısı Burak Yılmaz'ın etkili oluşu, Jaja'nın bi ara pası veya ekstra şutu, Alanzinho'nun son dakikada sahneye çıkabilmesi. Bunun dışında nerede etkili oluyorlarsa o değerlerin hepsi kayıp. Bu yüzden de bütün maçlar sıkıntılı ve bu tip rakiplere karşı da puan kaybı kaçınılmaz.

Bülent Uygun maç öncesinde kendi oyunumuzu rakibe kabul ettireceğiz diyordu ama önceliğinin rakibi durdurmak olduğunu gördük. Selçuk ve Jaja'yı durdurarak Trabzonspor'un zaten son haftalarda azalma eğilimi gösteren organizasyon gücünü elinden almak istedi. Bunu da başardı. Ne Burak Yılmaz yaptığı koşulara cevap aldı, ne de Alanzinho'nun, Umut'un etkisini gördük. Bununla beraber Pele ve Alper ile kontra hücumlar denediler ama Batuhan bu sistemin adamı değil. Nitekim Ümit Karan girdiğinde 12 dakikada verdiği etkinin Batuhan'ın 80 dakikasına bedel olduğunu belirtelim.

Trabzonspor'un santraforu yok ve bu en büyük handikap. Umut Bulut'un gol atmak dışında ortaya koyduğu bütün repertuarına eyvallah ama gol bekliyor insanlar senden. En büyük yanlış zaten iyi bir santrafor alamamaktı, devre arasında Kenny Miller'ı aldıklarını düşünsenize. Ama yanlış hamleler bu haftalarda kendini daha belli ediyor. İkinci yarıya da bakınca Trabzonspor'un hücum gücünün komple bittiğini gördük, bu da Eskişehirspor'a pozisyonlar getirdi. Alınan riskler rakibin hızlı çıkabilmesini sağladı, Ümit Karan değişikliği derken bana sorarsanız galibiyeti kaçıran taraf Eskişehirspor oldu.

Yine de lig uzun bunu belirtelim. Geçmişi de unutmayalım, Trabzonspor belki bu virajı alamadı ama şansları da yüzde 20'lere düşmedi, yüzde 49'a indi. Şunu eklemezsem olmaz, babam maçı satar diyordu Ümit Karan için ama oynadığı oyunu görünce susmasını bildi. Ayrıca kahramanlığı severim, gerektiğinde yapmak gerekiyor ama Tolga Zengin'in de yaptığı iş çok riskli. Bana göre de gereksiz. Burnunun hali ortadaydı, umarım uzun vadeli sıkıntı yaşamaz. Çünkü Onur Recep Kıvrak'ta yok ve işler daha da sarpa sarar.

ESKİŞEHİRSPOR: 0 - TRABZONSPOR: 0

Stat:
Atatürk

Hakemler:
Bülent Yıldırım, Mustafa Emre Eyisoy, Erdinç Sezertam

Eskişehirspor:
Ivesa, Veysel, Nadareviç, Volkan, Koray, Alper, Doğa (Dk. 81 Bülent), Pele, Sezer, Burhan (Dk. 87 Erkan), Batuhan (Dk. 78 Ümit)

Trabzonspor:
Tolga, Mustafa (Dk. 90 Barış), Egemen, Giray, Cale, Selçuk, Colman (Dk. 82 Brozek), Alanzinho (Dk. 70 Yattara), Burak, Jaja, Umut

Sarı kartlar:
Dk. 79 Sezer, 90 3 Alper (Eskişehirspor), Dk. 56 Egemen (Trabzonspor)

Ukic ve Jasikevicius'la Beraber Engin Atsür de Olsaydı

Fenerbahçe Ülker'in en büyük sıkıntılarından biri değil, bildiğin en büyük sıkıntısı sakatlık belası oldu. Eurolegue'de işler iyi gidiyorken Vidmar ile başlayan bu durum şu sıralarda bile kendini gösteriyor. Ama işin daha da üzücü bir boyutu var, bu takımın Engin Atsür gibi çok değerli bir guardı bulunuyor ama ondan hiç faydalanamadılar. Gelecek sezonda da fayda sağlamaları çok zorlaştı. Milli Takım'ın Dünya Şampiyonası hazırlık kampında sakatlandı, ameliyat oldu derken 6 ay oynamayacak dendi ve şimdi yeniden ameliyat oldu ve bir 6 ay daha yok. Bu sakatlık yüzünden Dünya şampiyonasını kaçırdı, bir sezonu boş geçti ve önümüzdeki Avrupa Şampiyonası'nda da yok ve gelecek sezonu da büyük ihtimalle pas geçecek. Hem Fenerbahçe Ülker hem de Milli Takım açısından çok büyük bir handikap. Jasikevicius ve Ukic gibi değerli guardların yanında bir de Engin Atsür'ün olduğunu düşünün. Gerçekten inanılmaz bir rotasyon ama bunu kullanamıyorsunuz. Tek teselli, Engin Atsür'ün genç bir basketbolcu olması. Umarım bu sakatlığı atlatır, işi zor ama buna inanıyorum...

Abdullah Avcı'nın Misyonu

Abdullah Avcı için bazı yanılgılar da var. Taraftarın yok, derdin yok mantığından yola çıkarak aslında çok daha iyi bir teknik adam olmadığı düşünülüyor. Hatta başarısız oldu diyenler bile var. Oysa bu büyük handikap, kış aylarında taraftarsız bir şekilde Olimpiyat Stadı'nda oynamak. Ya da her büyük taraftar potansiyelli rakip karşısında iç sahanda deplasmanda oynamak. Bu sayede IBB belki beş büyükler dışında en fazla hasılatı cebe atan takım ama bunun kulübe yansıması çok iyi değil. Buna rağmen Abdullah Avcı her yıl üstüne koymaya devam ediyor. Lige çıktığından bu yana küme düşmekle falan alakası olmadan ilk 10'un içerisindeler, son sezonlarda da 5-6'yı zorluyorlar. Üstelik imkanlar da ortada ve bu işi ya gençlerle ya da mezara doğru yol almaya başlamış sönük yıldızlarla yapıyorlar. Bir bakıma Abdullah Avcı da ikinci Şenol Güneş. Biri Burak Yılmaz'ı adam ediyor, diğeri İbrahim Akın'ı.

Yine de bu takımın bir üst limiti var. Daha fazlası olmaz, yani ilk 4 içerisinde yer alacaklarını pek tahmin etmiyorum. Bunda ise sıkıntı Abdullah Avcı değil, kulübün imkanları. Bu imkanlar dahilinde ancak bu kadarı olur, Bozbaykuşlar da olmasa IBB'nin yüzüne bakmayacağız aslında. Ama o takım şimdi de Türkiye Kupası finali oynuyor ve kazanmaları durumunda Avrupa Kupası da görmüş olacaklar. Kazanma ihtimalleri ise yüzde 50, IBB'nın Beşiktaş'a ne denli ters gelen bir takım olduğunu biliyoruz. Ve bunun final olduğunu unutmayalım, rakipler kim olursa olsun daima finallerde şanslar eşittir. Abdullah Avcı da bu kupayı kazanması durumunda yeni bir ilk başarmış olacak ve bana göre uzun süredir gelen başarısını güzel cilalayacak.

Abdullah Avcı'nın başarı kıstası da güzel aslında. Bir takımın başında uzun yıllar kalabilmek başarıdır diyor, Ferguson misali. Zaten başarılıysan bir takımın ekol teknik adamı olursun ama o takım IBB değil bana göre. Kupayı alabilirlerse Abdullah Avcı'nin bir sezon daha kalıp takımını Avrupa arenasında yönetmesini isterim, buna o yakışır. Ama kupa gelmezse artık bundan daha iyi bir noktaya gelemezler, ya başarılar tekrarlanır ya da inişli çıkışlı grafikler izleriz. Yine de üst limit hep aynıdır ve bu durum da teknik direktör açısından artı bir durum olmaz. Zaten bu yüzden diyorum, Abdullah Avcı'nın büyük takımların başına geçme zamanı gelmiştir ve bizim başımızda da görmek istediğim teknik adamlardan kendisi. Tolunay Kafkas, Abdullah Avcı falan çok değerli genç teknik adamlar ve bunların önünü açmak, onlara inanmak gerekiyor.

21 Nisan 2011 Perşembe

Normal Sezon Böyleyse, Olası Final Serisi?

Galatasaray ve Fenerbahçe'nin basketbolda yakaladığı mücadele inanılmaz. Futbolda olmayanın acısını basketboldan çıkartıyorlar gibi. Kadınlarda final oynayan bu iki takımın erkeklerde de final oynaması kaçınılmaz bir durum aslında. Gidişat bu yönde ve olası final serisine de yürekler nasıl dayanacak bilmiyorum. Normal sezonda böyle bir heyecan yakalanıyorsa, final serisinde işler çok daha adrenalinli olacaktır. Biri normal sezonun en çok sayı atan, diğeri ise en az sayı yiyen takımı. Birbirlerine böyle ters orantıları var ama dün oynanan derbide her iki takım da yüksek sayılara ulaştı. Bu Galatasaray açısından bir handikap aslında, ilk maçta rakibini düşük bir sayıda tutmuştu ama yediğinin aksine attığına da bakınca hücumda oldukça iyiydik. Tutku ile Andric'in ikili oyunları, Rancik'in dış atışlardaki isabet yüzdesi derken maça tutunduk, her geri düştüğümüzde geri dönmeyi bildik.

Zaten Oktah Mahmuti'nin getirdiği en önemli özellik bu, ne olursa olsun umutsuz bir hava oluşmuyor bizde. Ama Fenerbahçe uzunlarının pota altındaki etkili oyunu, can yakan anlar geldiğinde Ömer Onan ve Preldzic'in bitirici hamleleri yapması ve temel olarak savunmamızın iyi durumda olmaması maçı rakibe getirdi. Olası play-off eşleşmesi 0-0 olacak ama inanın şu maçta gösterilen mücadele şampiyonluk anlamında beni umutlandırdı. Sezon başında hayal olarak gördüğümüz herşey bugün gerçek ve bu yapılanmanın uzun vadeli olduğu düşünüldüğünde de gelecekte güzel şeyler olacak gibi...

Şunu da ekleyelim, son yılların en temiz derbisiydi. Ne hakem konuşuyoruz, ne de istenmeyen olayları. Maça yönelik konuştuğumuz şeyler müthiş mücadele, heyecan ve olası bir eşleşmede doğacak adrenalin...

Koleksiyon Tamam

Henüz 29 yaşında ama 50 yıllık tecrübeye sahip. 17-18 yaşından bu yana Real Madrid'in kalesini koruyor, istikrarın imzası bir anlamda. İnanılan bir şeye güvenilirse neler doğabileceğinin de bir anlamı aslında. Real Madrid'le de geçen yıllar boyunca kazanmadığı kupa kalmadı. Şampiyonlar Ligi'nden tutun La Liga'da yakaladığı başarılara, oradan da Milli Takım'a uzanın. Önce Avrupa sonra da Dünya Kupası. Bir futbolcunun yakalayabileceği bütün duyguladı yakaladı, fazlasıyla da yaşadı bu duyguları. Ama bu koleksiyon içerisinde İspanya Kral Kupası yoktu. Çok ilginç dimi, onca başarının arasında belki de yüzüne bakmayacağınız bir kupanın olmaması. Bazı takımların böyle travmaları var, olmayınca olmuyor, kazanılamayınca kazanılamıyor. Casillas dün itibariyle bu döngüyü de kırdı ve müzesine Kral Kupası'nı da dahil etti. Yani yaşayabileceği bütün duygular yaşanmış oldu, bugün futbolu bıraksa yeridir yani. Ama yaş 29, bu gidişatla da bir 10 sene daha paşalar gibi oynar, krallığını da kimselere vermez. Kim bilir daha hangi kupalar kazanılacak, tekrar tekrar...

Pepe & Mourinho

Xavi, Iniesta, Messi, Ronaldo, Mesut Özil gibi tonla yıldız sayarız. El Clasicolar öncesinde hangi futbolcu ön plana çıkar desek kesin bu isimlerden birini söylerdik. Özellikle de geçmiş maçların bizde bıraktığı izlenimle. O dönemler Real Madrid egolarının ön planda olduğu zamanlardı, genel mantık sen Real Madrid'sin büyük düşün olayıydı. Barcelona da Dünya üzerindeki en kusursuz sistem, siz onlara karşı onlar gibi hareket ederseniz mağlubiyetiniz kaçınılmaz olur. Vatan millet hücum derseniz fark yersiniz, kontrol de olsun ama hücum ön planda olmalı derseniz de mutlaka o golü yersiniz. Bu yüzden farklı bir sistem yaratmalısınız, özel önlem almalısınız. Bu da ayıp değil yani, böyle bir kanı da var. Barcelona'ya karşı oynanan futbollar pek beğenilmez ama kazanmak için her yol mübah. Sakatlamaya oynayın demiyorum ama futbol içerisinde bir rakibi ve sistemi nasıl durdurman gerektiğini bileceksin. Bunu Hiddink'in Chelsea'si de yapmıştı, Mourinho'nun Inter'i de.

5-0'lık maçta neler olduğunu gördük. Belki özel bir gündü ama Mourinho'nun öyle bir hataya da nasıl düştüğünü anlamamıştım. Ama o skor Mourinho egolarını ve doğrularını geri döndürdü ve önceliğini rakibi durdurmaya dayalı bir düzeni getirdi. Bu yüzden de savunmadan riskler almak, Albiol gibi bir futbolcuyu orada kullanmak pahasına Pepe'yi orta sahaya çekti. Yukarıda dedim ya bu maçlar öncesinde fark yaratacak tonla futbolcu sayarız diye. O futbolcuların içinde kesinlikle Pepe olmazdı ama o Pepe her iki maçın da bana göre yıldızı. Sistemin anahtarı olması bir yana, getirdiği mücadele falan derken Barcelona orta sahasını durduramasa bile yavaşlattı.

Barcelona'nın da her iki maç içerisinde üstünlük kurduğu dakikalar Real Madrid'e göre fazlaydı. Bu sistemi durdurmak imkansız ama yavaşlatabilirsiniz. Yavaşlattığınız anlarda da sonuca gitmek zorundasınız. Real Madrid de bunu yaptı. İlk maçta Mesut Özil faktörü, kupa finalinde ise Ronaldo maçı getiren isimlerdi. Büyük pay ise Pepe de elbette. Mourinho bu tip intihar timlerini yaratmasını iyi biliyor, Eto'o yu bile zamanında bek oynatabilmiş bir teknik adamdan bahsediyoruz. Eto'o yu bek yapan, Pepe'yi canlı bomba yapar. Pepe de görevini fazlasıyla yerine getirdi ve önümüzdeki maçlarda da bu hamleyi değiştireceğini sanmıyorum. İşin Real Madrid açısından iyi tarafı ise şu, Barcelona sisteminden asla ödün vermeyecek. İyi olan sistemini nasıl daha iyi noktaya taşıyabiliriz diyecekler ama bu sistem karşısında Mourinho sürekli hamleler yapacak. Dediğim gibi, burada önlem alması gereken taraf Barcelona değil Real Madrid...
 

Tüm Telif Hakları Sportif Cümleler 'e Aittir © 2009 -- Blogger Tarafından Desteklenmektedir