30 Nisan 2010 Cuma

Gönlümden Geçen Futbol Elçileri {Cristiano Ronaldo}

Bugünlerde kendisinden pek söz etmesem de Ronaldo da uzun süredir yazamadığım bu serinin en başarılı kahramanlarından bir tanesi. Evet, Real Madrid dönemini pek konuşmuyorum ama bu sadece La Liga'yla pek alakam olmadığındandır. Yoksa Cristiano'nun yine başarılı olduğu konusunda hiç bir sıkıntım yok. Ronaldo'nun gönlümden geçişi, bir çoğunuzun tahmin edeceği üzere Manchester United zamanına tekabül ediyor. 7 numaralı efsanevi formayı Beckham gittikten sonra, çok erken yaşında sırtına geçirerek hem büyük bir sorumluluk altına girmiş, hem de gelecekte kıracağı rekorlar ve elde edeceği başarılar için bir adım atmıştı. Belki bilerek, belki de bilmeden.. O futbolun dahi teknik direktörü Alex Ferguson'un dünya futboluna armağan ettiği onlarca futbolcudan sadece bir tanesidir. Belki alt yapısı Fergie'nin elinden geçmez, ama Ferguson onu bir cevher gibi işlemeye başladıkça, kömürden elmasa giden yol başlamıştır Cristiano için. Şimdi dilim döndüğünce Ronaldo'nun Portekiz'li bir veletten, dünya yıldızına dönüşme hikâyesini yazmaya çalışacağım. Bakalım nasıl olacak?.. Karşınızda hayatından kısa bir kesitle Cristiano Ronaldo..

Bir Portekizli Geliyor ki..

Tam adı; Cristiano Ronaldo dos Santos Aveiro olan bu Portekizli genç 5 Şubat 1985 tarihinde dünyaya gelmiş. Ertem Şener kalibresinde bir bilgi olacak ama ikinci ismi olan Ronaldo'yu, Amerika başkanlarından Ronald Reagan'ın isminin değiştirilmesiyle almış. Bir erkek iki de kız kardeşi olan Cristiano ailesinin en küçük bireyidir. 8 yaşındayken futbola adım atan Ronaldo'nun ilk kulübü amatör futbol kulübü olan Andorinha'dır. Burada 2 sezon geçirmesinin ardından ilk resmi anlaşmasını Portekiz ekibi Nacional ile yaparak 10 yaşındayken profesyonel olarak futbolcu olur. Nacional ile bulundukları gençler liginin şampiyonu olmasının ardından da Sporting CP kulübüne 3 günlüğüne deneme kampına alınır ve beğenilerek 97'de de bu kulübe transfer olur. Academia Sporting'de eğitimini aldıktan sonra Sporting CP'nin alt yapısının her kademesinde oynar. 16 yaş altı, 17 yaş altı, 18 yaş altı, B takımı ve nihayetinde de A takım.. 15 yaşındayken kalbindeki bir problem nedeniyle neredeyse futbolu bırakma noktasına gelir. Fakat kulüp yetkilileri annesinin de izniyle Ronaldo'yu tedavi ettirerek belki de 10 sene sonra dünyanın en iyi futbolcusu seçilecek bu genç ismi hayata bağlayacak kararı vermiş olurlar. Ronaldo'yu ilk farkeden dönemin Liverpool teknik direktörü Gerrard Houllier olur. Ama Liverpool - Ronaldo nikâhı bir türlü kıyılamaz. Derken Ronaldo'nun kaderi bir maçla değişir..

CR7

2003 yazında, Sporting Cp'nin 3-1 mağlup olduğu bir maçta Cristiano'yu izlemeye Fergie de gelir ve bu gencin performansından çok etkilenerek kendisini istediğini söyler. 12.24 milyon sterline Manchester United ile anlaşma imzalar. Daha gelir gelmez de adını tarihe yazdırır çünkü Ronaldo, Manchester United'ın anlaşma imzaladığı ilk Portekizli oyuncudur. Takıma ilk dahil olduğu günlerde kendisine sorarlar, "evladım kaç numaralı formayı istiyorsun" diye. Ronaldo da Sporting'de giydiği 28 numaralı formayı giymek istediğini söyler. O sırada da devreye Ferguson girer. Sonradan asla pişman olmayacağı bir karar verir. Ronaldo bu olayı şöyle anlatıyor;
"Takıma katıldıktan sonra, bana kaç numarayı giymek istediğim soruldu. 28 dedim. Ama Ferguson; "hayır. 7 numarayı alacaksın" dedi. Bu ünlü forma bana ekstra bir motivasyon kaynağı oldu her zaman. Bu onuru ben de yaşadım."
Bu olayın ardından 7 numaralı alır ve Bolton'un 4-0 yenildiği karşılaşmanın son 30 dakikasında da ilk kez o formayı giymeye başlar. İlk golünü ise Portsmouth'a frikikten atar. Zaten Cristiano'nun frikik golleri dillere pelesenk olup dalga dalga yayılmıştır. 2003 yılında Manchester'a gelen Cristiano, 2007 yılında Man U'daki 7 numaralı futbolculara fena hâlde kafayı takan, tabiri caizse 7 bitirdi diyebileceğimiz Real Madrid tarafından rahatsız edilmeye başlar. Fakat Cristiano, ne aklında ne de gönlünde kırmızıdan başka bir renk olmadığını belirterek kibarca reddeder Madridista'yı. 2005 ve 2006 yıllarında taraftarlar tarafından yılın genç futbolcusu olarak seçilen Ronaldo, 2007 yılında da Kaka'nın ardından dünyanın en iyi 2. futbolcusu olur.

Ronaldo'nun altın çağı ise 2008-2009 sezonudur şüphesiz. Aklını iyiden iyiye çelmeye çalışan Real Madrid'e son kez karşı koyarak tekliflerini yeniden geriye çevirmesinin ardından takımına dört elle sarılmıştı o sezon. 7 Temmuzda ayağından geçirdiği ameliyata rağmen sezona yetişti ve hızlı da bir giriş yaptı. Ameliyatının ardından Şampiyonlar Ligi'ndeki grup eleme maçlarından Villareal maçında yeniden dönüş yaptı ve M'Boro'ya da golünü atarak sezona başladı. Stoke City ile oynanan maçta ikisi de frikikten olmak üzere 2 gol atarak United formasıyla 100 ve 101. golüne imzasını çaktı. 2009'un Ocak ayında Fifa tarafından dünyanın en iyi oyuncusu seçildi. Bu onur ilk kez Premier Lig'den bir oyuncuya lâyık görüldü. Ronaldo ayrıca Figo'nun ardından bu ödülü alan ikinci Portekizli oldu. O sezon Porto'ya attığı müthiş gol eminim hâlâ hafızalardadır. Şampiyonlar Ligi finalinde istediklerini pek sahaya yansıtamasa da, Ronaldo o sezon attığı 42 gol ile George Best'in bir sezonda en fazla gol atan kanat oyuncusu rekorunu da egale etmişti. Özetle United'da geçirdiği 6 sezonda 7 numaralı formanın hakkını fazlasıyla vermişti. Ayrıca giderken kulübe kazandırdığı milyon dolarlar da cabası!

CR94

26 Temmuz'da göz dolduran bir törenin üçüncü halkası olarak Real Madrid ile anlaşma imzaladı. 94 milyon euroluk bu anlaşmayla gelmiş geçmiş en pahalı futbolcu olarak adını bir kez daha tarihe yazdı. Real Madrid'de önce 7 numaralı formayı giymeyi istedi. Fakat 7 numara Raul'de olduğundan 9 numaraya mecbur kaldı Ronaldo. 9 numaralı formayı da kendisine Real Madrid'in efsane isimlerinden Alfredo di Stefano verdi. Sözleşmesi 6 yıl olan Ronaldo ilk golünü de Deportivo'ya kaydederek CR7'den CR9'a hatta, CR94'e geçişinin de bir nevi ilk adımlarını atıyordu o günlerde. Şampiyonlar Ligi'ndeki ilk gollerini de Zürih karşısında 2'si de frikikten olmak üzere kaydetti. Ronaldo şimdilerde Higuain'den sonra takımın en golcü oyuncusu. Ligde 25, Şampiyonlar Ligi'nde ise yanlış değilsem 6 golü var bu sezon için. Bu sezonu İspanya'ya adaptasyon süreci olarak değerlendirirsek eğer, yakın gelecekte Ronaldo ve saz arkadaşlarının Los Galacticos 2 olmaları işten bile değil gibi görünüyor kağıt üstünde.

Gönlümden Geçen Futbol Elçisi; Cristiano Ronaldo

Milli takım kariyeri dışında Cristiano ile ilgili bildiğim ne varsa yazmaya çalıştım. Dünyanın gelmiş geçmiş en pahalı futbolcusu olan bu arkadaşın sırtında kırmızı formayı gördüğümden beri benim için en özel futbolculardan birisi oldu CR7. Hâlâ CR7 dememin sebebi de sanırım onun da bir yerlerde Manchester United taraftarı olması. Zaman kime ne gösterir bilinmez, ama Old Trafford David Beckham'ı ağırlamasının ardından insanın gözü Ronaldo'yu da bir arıyor sanki!

Arda Turan'ın Kahraman Olması İstenmiyor Gibi

Son haftaların değişmez konusu Arda Turan. Gitmeli mi, kalmalı mı tartışmaları, kaptanlık tartışmaları, hatta yeteneklerinin sınanmasına kadar gündem maddelerimizin ilk sıralarında Arda Turan var. Önce şunu iyi bilmek gerekiyor; Arda Turan şu an en yetenekli Türk futbolcusudur ve geleceği en parlak olan isimdir. Türk futbolunda böylesine değerler kolay yetişmiyor. Genç Milli Takım'lara baktığımızda yıllardır müthiş başarılar yakalıyoruz, gençler arasında göze batan isimleri görüyoruz, kulüp altyapıları çeşitli turnuvalarda başarı elde ediyor ama iş üst seviyeye çıktığında herkes ortadan kayboluyor. Bu yüzden üst evreye geçiş dönemini başarıyla atlatabilen futbolcular takımlarında forma giyiyorlar ama Arda Turan gibi yetenekler ise Avrupa'da adını duyurabiliyorlar. Ama en yetenekli Türk futbolcusu dediğim Arda Turan'ın bile Barcelona, Manchester United, Inter, Real Madrid gibi kulüplerle adının geçmediğini görebiliriz. Bir alt klasman takımlar diyebileceğim {şu an yaşadıkları durumla} Liverpool, Juventus, Tottenham'la falan Arda Turan ismini duruyoruz. Aslında fazla takım ayırt etmeden yine de gitsin Avrupa'ya. Ülkemizden zaten Avrupa'ya futbolcu ihraç edemez durumdayız. Son dönemde Türkiye'den Avrupa'ya giden futbolculara baktığımızda en iyi isim Tuncay Şanlı ise varın halimizi düşünün.

İşin kırılma noktası ise şimdi başlıyor. Dün, Lig Radyo'da Gökmen Özdemir'den harika bir tespit dinledim. Tabii bu tespit haber & analiz karışımı oldu. Galatasaray yönetiminin Arda Turan'dan kahraman yaratmak istemediğini söyledi ve ellerinde Avrupa'ya gönderip iyi para kazanabilecekleri tek futbolcunun Arda olduğu için gitmesinden yana tavır sergilediklerini belirtti. Bu harika bir analizdir. Liverpool'dan Gerrard'ı ele alalım. Liverpool şu an ekonomik sorunlar yaşıyor ve kulüp sahipleri falan değişti. Bu bunalımda Torres'in bile elden çıkarılması gündemde. Liverpool taraftarı Torres'in satışını bile sineye çekebilir ama Gerrard'ın gitmesi söz konusu olduğunda şehri ateşe verirler. Çünkü Gerrard onların kahramanı. Aynı şekilde Roma, Totti'yi Real Madrid'e satmayı düşündüğünde neler olduğunu hatırlıyoruz. Kahramanları takımdan gönderemezsiniz ve bu yüzden Galatasaray yönetiminin Arda konusunda böyle bir düşüncesi olabilir. Arda'nın Metin Oktay'laşması onun kahraman olması anlamına gelecektir. Aslında olması gereken bu ve Arda'nın mutlaka takımda kalması gerekiyor. Ama şartlar Arda Turan'la sezon sonunda mutlaka yolların ayrılacağı yönünde.

Diğer bir nokta Rijkaard'ın Arda Turan hakkında düşüncelerine yönelik. Benim düşüncem Arda Turan'ın orta sahada oynaması durumunda daha verimli olduğudur. Bunu sezon başında gördük. Bir ara Arda'nın gol ve asist rakamları çıldırtıcı bir noktaya ulaşmıştı. Ama Elano'nun transferi sonrasında Arda'nın yeniden sol kanada geçmesi neticesinde bir karmaşa izledik. Arda & Elano aslında arkalarında iyi bir orta saha transferi durumunda çok etkili olabilir ama böyle bir izlenimin düşünülmediğini görüyorum. Giovani Dos Santos'un transferi bile bir bakıma Arda Turan'dan sonrası düşünülerek gerçekleştirildi. Rijkaard da Giovani ile devam etmek istiyor. Çünkü Barcelona günlerinde gördüğümüz forvet kanatlarının Messi, Ronaldinho gibi tempolu, uçan adamlardan kurulduğudur. Arda Turan'ın bu temposunun bende Rijkaard'ın sisteminde kanat oynaması durumunda düşük kaldığını düşünüyorum. Ama orta saha oynaması durumunda Elano'dan çok daha faydalı bir futbolcu. Liderlik özellikleri, kaptanlığı, sinerjisini falan hiç konuşmama gerek yok.

Arda'nın oynayarak piyasasını arttırması doğal denklem. Gerçi Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde olması, Türkiye'nin Dünya Kupası oynaması falan Arda açısından önemi büyüktü ama şu an geldiği noktayla beraber çoğu kesimin ilgisini çekmiş durumda. Ama bu ortamda Arda Turan değerinin altında Avrupa'ya transferini gerçekleştirecektir. Bu adam için 20 milyon avro'lar hayal olmayacakken, kazanacağımız 12 milyon avro bizi mutlu edecek gibi. Aslında Arda Turan'ın mutlaka 1-2 sezon daha Galatasaray'da kalması gerekiyor. Hala yapacakları var, gelişmesi gereken özellikleri var. Bekleyip görelim. Arda Turan'dan bir kahraman yaratılacak mı veya kahraman olmaması için büyük bir çaba mı sarfedilecek.

Serdar Özkan

Arda Turan, ''ben çalım atmayı Serdar Özkan'dan öğrendim'' der. Gerçekten bu adamda doğuştan gelen bir teknik var sanırım. Topla hareketleri mükemmel, oldukça seri ve teknik konusunda diyebilecek tek bir sözüm yok. Aslında genç yaşlarda futbolcular bulunurken hemen tekniğine bakarlar. Altyapı döneminde ise futbolun kurallarını öğrenirler. Serdar Özkan'ın teknik anlamında asla sıkıntısı yok ama onun sorunu geliştirmesi gereken diğer özellikleri oldu. Mesela gol vuruşu veya kollektif futbol gibi. Kariyeri boyunca önemli şanslar da eline geçti. Ertuğrul Sağlam'ın bu futboluyla yakından ilgilendiğini ve şanslar verdiğini biliyorum. Aynı şekilde Mustafa Denizli de Serdar Özkan'ı kazanmak için büyük çabalar sarfetti. Oysa ki Mustafa Denizli'yi gençlere yeteri kadar şans vermiyor diye eleştiririm {özellikle son yıllarda}. Serdar Özkan, eline geçen bu şansları iyi değerlendiremedi. Sürekli futbol dışında fazla konularda gündeme gelmesinin yanında saha içine baktığımızda kendisini geliştiremedi. Arda Turan'a ve Serdar Özkan'a baktığımızda arada oluşan fark ortada. Birisi Avrupa'nın gündeminde, diğeri ise kendi taraftarları tarafından Gökhan Zan misali gitse de kurtulsak diye bakılan bir futbolcu. Ama unutulmaması gereken nokta, Serdar Özkan'ın 23 yaşında olduğu ve hala değerli bir futbolcu olduğudur.

Bildiğiniz gibi Türkiye'nın 87 jenerasyonu oldukça iyi isimlerden oluşuyor. Serdar Özkan'ın da bunun bir parçası olduğunu söyleyebilirim. Bu futbolcu altyapıda yıldızını parlattıktan sonra Lucescu tarafından ilk olarak A takıma alındı. Sonrasında İstanbulspor'a kiralık gitti ve geri çağrıldı. A.Sebatspor, Samsunspor gibi takımlarda da pişmesi amacıyla kiralık olarak forma giydi. Ama her gelen yeni teknik direktör bu adamı yeniden kadroya aldı. İlk önemli parlamasını ise Ertuğrul Sağlam döneminde yaptığını düşünüyorum. Mesela 2-1 kazanılan Liverpool karşısında mükemmel bir futbol oynamıştı. Takımın vazgeçilmez isimlerinden birisi olmuştu ama Mustafa Denizli döneminde başlayan düşüşünü hala durdurabilmiş değil. Şans buldu aslında ve bu dönemde değerlendiremediği şansı, Beşiktaş taraftarlarının ona sırt çevirmesi olarak sonuçlandı. Ayrıca bu futbolcu neredeyse bütün kademelerde Milli Takım forması giydi.

Gelelim yazının sebebine. Bildiğiniz gibi bu adamın sözleşmesi sezon sonunda bitecek ve gelecek sezonda da Beşiktaş forması giyme ihtimali oldukça düşük. Gerek mali durumlar, gerek Serdar Özkan'ın istediği forma garantisi, gerekse taraftarların bu futbolcuya pek sıcak bakmaması neticesinde bu aşk bitecek gibi. Bu yüzden yeni sezonda Serdar Özkan'ın başka bir takımda forma giyeceği söyleniyor ve adaylardan birisi de Galatasaray. Bunu Gökhan Zan transferine bakarak değil de, Serdar Özkan'ın futbol tarzına bakarak söylüyorum. Galatasaray'ın aradığı hücumcu da tempoya ve tekniğe bakılıyor. Forvet kanatlarında oynayan futbolcular süratli olmak zorundalar, teknik olmak zorundalar ve sistemin işlemesinin kanatlardan geçtiğini iyi bilmek zorundalar. Serdar Özkan'ın da bu özellikleri fazlasıyla var. Galatasaray'ın aradığı her iki kanatta da oynayabilen teknik özelliği yüksek bir futbolcu. Serdar Özkan'ın bu yüzden bonservisinin de olmadığından yola çıkarak iyi bir transfer olacağını düşünüyorum. Bizim bu sezon belirli noktalara transferlerin yanında, yedek kulübesini de güçlendirebileceğimiz futbolculara ihtiyacımız var. Bugün Gio, Keita, Arda dışında kanatlarda kullandığımız bir futbolcunun daha olmadığını görüyorum. Ama Serdar Özkan alalım da 10 seneyi kurtaralım tarzında bir adam değil, bu güveni henüz veremedi. Bunu da atlamamak lazım.

İçimizdeki Fulham'lı

Dün akşamki maçta Fulham'ı tanıdık bildik bir isim de yalnız bırakmamış sağolsun. Onun da desteğiyle Fulham ilk finalist oldu. Yanına Atletico'yu da alarak Avrupa Ligi finali oynayacaklar. Önce Hugh Grant ile ilgili fikrim; Nothing Hill'den beri kendisine hayranlığım var. Hemen hemen her filmini izledim. O kırış kırış gülüşüne de ayrıca hastayım da, biraz yaşlanmış mı Hugh Grant, yoksa uzun süredir görmediğimden bana mı öyle geldi bilmiyorum..

Gelelim final olayına.. İşin analiz kısmını Burak'a bıraktığımdan pek dallanmak istemiyorum, ki Avrupa Ligi'nden elendiğimizden beri nefretle bakar oldum. Belki de gıpta ile.. Ama şu Atletico Madrid'in hakemlerin itip kakmasıyla finale kadar yükselmesi, hem de önce Galatasaray'ı sonra da Liverpool'u eleyerek, cidden kanıma dokunuyor! Fulham'ın finale yükselirken seviniş enstantanesini de ekleyerek konuyu kapatalım.

Canım Benim Üzülme

Burak yazacağını zaten yazdı da onun için ben de bir şeyler yazmazsam hakikaten içimde kalacaktı. Totem olsun diye maçı izlemedim hatta konuşmadım bile maça dair. Arada bir skor bilgisi aldım o kadar. Jose'nin yeniden o finalde olması benim de çok işime geldi. Birinin Barcelona'yı sarsması gerekiyordu bunu da sarsabilecek tek insan, Jose Mourinho yaptı. Maçta Guardiola'ya yaptığı bu hareket de teselli verir gibi olmuş. Jose için bir de anket açtık kenarda görmüşsünüzdür mutlaka. Oylarsanız da mutlu oluruz. Tekrar tebrik ettim tüm kalbimle. Fatih Terim'in tabiriyle; "e finale kadar geldik. Kupayı almadan dönersek ayıp olur" Bol şans Jose :)

Yeter Benitez Yeter!!! {Liverpool 2-1 Atletico Madrid}

Yeter Rafa Benitez yeter sloganlarını duyar gibiyim. Elde avuçta kalan tek umut noktası olan Avrupa Ligi'nde de hüsran yaşandı ve Benitez yolları taştan türküsünü duyar gibiyim. Aslında bu maç yapılması gereken herşeyi yaptılar. Maçın hakimi oldular, orta sahayı ele geçirdiler, oyun kontrol altında tutuldu ama iki fark bir türlü gelmeyince geçen her dakika Atletico Madrid'in lehine oldu. Mascherano, Aquilani ve Gerrard. Bütün maç basmadık alan bırakmadılar, bitmeyen enerji ile oynadılar. Gerek savunma, gerekse hücum. Liverpool'un ayakta kalmasını sağladılar ama bu takımı forvetsiz bırakanlar utansın. İyi bir santraforun olmayınca gol atamıyorsun işte. Aynı sorunu Galatasaray da yaşamıştı, şimdi ise Liverpool bu yoldan geçti. Benaoyun, uzatma dakikalarında Liverpool'u öne geçirmesine rağmen maç boyunca yüksek tempoda oynayan Liverpool orta sahasının çökmesi neticesinde Atletico Madrid'in hızlı hücumcuları ayaklandı. Maç 1-0 olduğunda bile skoru korur gibi oynayan bu takım sanki enerjisini uzatma dakikalarına taşımış gibiydi. Nitekim Forlan, Agüero, Reyes, Simao gibi isimler hücum yapmaya başlayınca, orta saha dinamosu ölen Liverpool buna çare olamadı ve golü yediler. Asıl nokta da burada başlıyor. Liverpool yedek kulübesinin de ne kadar çaresiz olduğunu gördük. Benitez'in yorulan dinamoları değiştirmesi iyi fikir ama kimlerle değiştirdiği önemli. Maç 2-1 olduktan sonra da oluşan görüntü Liverpool'un bu maçı çeviremeyeceği yönünde oldu. Çünkü yürümeye halleri olmadıkları gibi kulübede de onları canlandıracak bir isim yoktu. Dediğim gibi takımı bu hale düşürenler utansın. Atletico Madrid'e de buradan bir selam. Hakemlerle, şansla falan finale kadar gelmeyi başardılar.

29 Nisan 2010 Perşembe

Ahımız Tuttu

Ribery'den pek hazetmediğimi söylememe gerek yok sanırım. Hatta ben Galatasaray'lıyım deyip de Ribery'i seven insan sayısı nadirdir diye düşünüyorum. Galatasaray'a yaptıkları dün gibi aklımızda. Şimdilerde ise Bayern Münih'in en önemli elemanlarından birisi Ribery. Evet çok başarılı bir futbolcu olabilir, ama malesef karakter olarak nasibini almamış pek. Malum Bayern Münih Şampiyonlar Ligi Finali'nde Inter'in rakibi.. Yarı finalde de Lyon ile karşılaşmışlardı. Lyon ile oynadıkları maçta Ribery, Lisandro Lopez'e yarı finalin ilk ayağında çok sert bir müdahalede bulunmuş ve sarıyı bile görmeden direk kırmızı kartla oyun dışında kalmıştı. İkinci maçta cezası yüzünden oynayamayan Fransız futbolcuya verilecek ceza da belli olmuş. Ribery'e kesilen ceza tam tamına 3 maç! Bu da demek oluyor ki Şampiyonlar Ligi final maçında, belki de kariyerinin en önemli halkalarından birinde sen gibi ben gibi biz gibi televizyondan, daha iyi ihtimalle de stattan izleyebilecek. Futbolun adaleti var mı bilmiyorum ama ilahi adalet olduğundan zerre kadar şüphem yok. Ettiğini buluyor bu arkadaş..

Gel 22 Mayıs Gel!

Maradona & Ortega

7'den 77'ye Arjantin kadrosuna herkesin katılma şansı var. Maradona bir nimet misali umudunu kaybedip kutsal topraklarına geri dönmüş futbolcuları bile Milli Takım'a alabiliyor. Ama biri hariç. Riquelme ağzıyla kuş tutsa bile bu takıma giremeyecek. Herşeyi yap ama Maradona ile ters düşme. Tamam herkese yeni bir umut misali Dünya Kupası fırsatı sunuluyor ama Maradona ile papaz olmamak lazım. Riquelme demişken 36'lık Ortega yeniden Milli Takım'a çağrılmış. Gerçi kadroya baktığımızda Avrupa'dan herhangi bir futbolcu davet edilmemiş {maç takvimi nedeniyle} ama Ortega'nın da kadroya katılmasını beklemiyordum. Geçtiğimiz yılda da Ortega takıma katılmıştı ama son kez jest amacıyla Milli Takım'a çağrıldığı söyleniyordu. Ortega da bu durum karşısında; ''Uzun bir aradan sonra yeniden milli formayı giyeceğim için çok heyecanlıyım. Bu dünya kupasına gideceğim anlamına gelmiyor. Ancak yine de bana bir kez daha milli formayı terletme şansı tanıdığı için Maradona'ya minnettarım'' diyor. Neler olabileceğinin farkında ama Milli Takım'a hizmet etmek, hangi şartta olursa olsun nimettir diyorum. Bu arada Maradona bildiğimiz gibi Boca'lı. Ama River Plate efsanesini kadroya alıyorken, Boca efsanesi Riquelme'yi yolda görse dövecek gibi. Acaba Maradona, Boca maçlarını falan izlediğinde neler düşünüyordur. Bir de Ortega'nın Fenerbahçe ile davası vardı, tazminatlar falan havada uçuyordu. Ne oldu o konu hakkında, bir gelişme var mı çok merak ediyorum. Yıllar geçti ama açıklama yapılmadı.

Can Erdem'e Tigana Dolaylı Fransız Takibi

Tigana'nın Türkiye açısından bir nimet olduğunu düşünüyordum. Beşiktaş'a geldiğinde temkinliydim ama planlamasını, hamlelerini gördükçe bu adama kanım çok ısınmıştı. Hatta Fatih Terim görevden ayrıldığında Galatasaray için Tigana adı geçiyordu ama Hagi'yi getirmiştik. O zaman keşke Tigana gelsin demiştim. Çünkü uzun vadeli planlar yapan, gençlere önem veren her teknik adamın başımın üstünde yeri var. Son yılların en kötü yönetimine sahip Yıldırım Demirören'in bu hamlesi aslında başarılıydı ama beklentiler kısa vadede kaldığından Tigana ile de yollar ayrıldı. Zaten takımın başına Tigana getirildiğinde de uzun vadeli planlar hesaplandığını falan düşünmüyorum. Konuya geçersek, bildiğiniz gibi Tigana'nın Beşiktaş'a kazandırdığı bazı gençler vardı. Burak Yılmaz, Serdar Kurtuluş, Gökhan Güleç, Bobo gibi futbolcular takımda önemli bir yere sahipti. Tigana gittikten sonra ise bu futbolcular birer birer dağıldılar, takas malzemesi oldular. Can Erdem de bu gençlerden birisiydi. Tigana'nın kendisi için Türkiye'nin Toni'si olacak sözleri hala aklımda. Ama Tigana gittikten sonra kendisinin yüzüne bile bakılmadı. 2007-08 sezonunda Kocaelispor'a, 2008-09 sezonunda Altay'a ve şimdi ise Siirtspor'a kiralandı. Ligin ilk yarısında da A2 de oynuyordu ve gol kralı durumundaydı. Le Havre ve Rennes ise bu futbolcuyu takibe almışlar. Büyük ihtimalle Tigana'nın önerisi oldu. Bir ara da Gökhan Zan'ı Wenger'e önermişti. Bakalım Can Erdem için gelişmeler neler olacak, Fransa'ya adım atabilecek mi.

Jose Mourinho Saati #6

Belirli bir sistem iyidir. Rakibin kim olursa olsun kendi sisteminle oynamak, belli bir felsefenin olması, alttan gelen oyuncunun bile o felsefe ile doğması. Bunlar çok doğru şeyler. Cruyff'un kurduğu, Rijkaard'ın yeniden ayağa kaldırdığı, Guardiola'nın geliştirdiği bu Total Futbol'un önünde saygıyla eğiliyorum.

Ama ama ama...

Bu sistemi yıkan adamın önünde ise takla atarak eğilmek lazım. Jose Mourinho, grup maçlarının aksine çok daha farklı bir Inter felsefesi izletti. Rakibi bozan, en iyi futbolcularını durduran ve çarkın dönmesini engelleyen bir sistem. Üstelik bunu 10 kişiyle yaptı. Kimine göre anti futbol bunun adı. Hiç farketmez. Tarih Mourinho'nun uygulattığı bu şanlı savunmayı konuşacaktır. 2004'ün Yunanistan'ı gibi de değil. Çünkü Inter'in özü bu değil ama Barcelona karşısında olması gereken buydu. Büyüksün Jose Mourinho, sana kupa yakışır. Belki de Barnebau'da yeni takımının stadında kupayı kaldıracak. Kim bilir...

1980'lere Dönüş


Manchester United'ın 2010-2011 sezonunda kullanacağı söylenilen bir forma dolaşıyor ortalıkta son günlerde. Yukarıda gördüğünüz fotoğraflardaki iki forma iç ve dış saha forması olacakmış sözde. Henüz resmi bir açıklama gelmedi fakat yeni formalarda AIG logosunun yerini çoktan AON logosu almış bile bu formalarda. Kırmızı formanın -ki eğer doğruysa iç saha forması olacak- 1980-1981 sezonunda kullanılan formaya benzetilmek istendiği de gelen dedikodular arasında.. Yeni formaların resmi olarak açıklanacağı yer ve tarih zaten belli. United bu sene sezon öncesi kampını Amerika'da yapmayı planlıyor. Formalar da temmuz ayında Amerika'da açıklanacakmış. Şahsi fikrime dönecek olursak, evet maziden kopup gelen formaların bir ruh taşıdığı hepimizin kabulü. Fakat bence bu kırmızı United kırmızısı değil. İçime sindi diyemeyeceğim malesef..

28 Nisan 2010 Çarşamba

Zafer Mourinho'nun {Barcelona 1-0 Inter}

Başlık sıradan oldu. Ama bu ortamda da kullanılacak başka bir başlık yok. Kimine göre anti futbol falan ama olması gereken bu. Jose Mourinho'nun Barcelona için kurduğu özel taktik, uzay futbolunu yenmiş görünüyor. Barcelona yine oynaması gerektiği gibi oynadı. Bol pas yaparak, sabrederek, önceliğini hücuma vererek futbolunu oynadı. Hatta 1-0 geriye düştü, dakikalar geçti ama Ibrahimoviç'in yerine Bojan oyuna girerek bir ara gündemde olan b planı mıhabbetini tekrar hatırlattı. Inter'ın ise ilk maçın aksine daha defansif ama kontra atak düşüncesi olduğunu düşünüyorum. Milito, Eto'o bir arada oynuyorsa bu mutlaka olacaktı. Çünkü Barcelona'nın uzay futbolunun zayıf karnı {Puyol'un da yokluğunda} savunması. Geriye koşmakta bazen sıkıntılar olabiliyor. Motta'nın kırmızı kartından sonra ise Inter'in hücum olayı falan bitti. Eto'o sol tarafa, Milito sağ tarafa geçti bütün takım vatan millet sakarya modundaydı. İşte bu noktada Barcelona orta sahasının Iniesta'sızlığının acısını yaşadığını düşünüyorum. Messi, Pedro, Ibrahimoviç durduruldu, Xavi'de kitlenince Barcelona'nın hücum verimliliği iyice düştü. Bunu da en net pozisyonlarını 81. dakikada bularak gösterdiler. Hem de bütün maç rakip sahada oynamalarına rağmen. Barcelona'nın orta saha repertuarının geçen sezon olduğu kadar geniş olduğunu düşünmüyorum. Busquets, Iniesta'yı aratıyor, Yaya ise başka alemlerde. Sonradan Jeffren falan giriyor ama olmuyor.

Ibrahimoviç'in ardından Mourinho istediği tarzda takımı kurmayı başardı. Savunma ve orta sahanın uyumu mükemmel. Uyuşturucu etkisi misali, istediklerinde rakibi uyuşturarak atacakları 1-2 golle işi bitirebiliyorlar. Kimine göre klasik İtalyan taktiği de diyebilirim. Ama bu İtalyan taktiğinine Mourinho motifleri eklendiğinde Barcelona bile yıkılabiliyor. Xavi'yi kitlemek, Messi'yi durdurmak kolay işler değil. Barcelona'nın en etkin silahı olan kanat akınlarını bile Eto'o, Milito gibi futbolcuların özverili futboluyla durdurdular. Guardiola'ya da aslında bu durum karşısında pek hamle şansı kalmadı. İlk golün gelmesi demek Barcelona'nın uyanması demek olabilirdi ama gol çok geç geldi. Sonrasında ise oluşan panik ortamında kimin ne yapacağını kestirmek güç oldu. Gol demişken Pique bu nasıl bir tekniktir. Ibrahimoviç misali Pique'nin attığı o gol inanılmaz. Galatasaray'ın santraforsuz döneminde keşke öyle bir stoperimiz olsaydı dedim içimden. Sonuç olarak Mourinho turu geçmiştir ve yeniden final yollarına düşmüştür. Seneye Inter burada yine olur mu yoksa Mourinho başka takımla mı olur bilemem. Biz Mourinho'nun izinden gitmeye devam edeceğiz. Cambiasso'ya da 1 Mayıs öncesinde buradan selamlar, Javier Zanetti önünde de ceketimin önünü ilikliyorum.

Yeniden Sürpriz

Federer Roma Masters Turnuvası'ndan da elenerek bu sezonki sürprizlerine bir yenisini daha ekledi. Rakibi Ernests Gulbis'e 2-1 mağlup olan şampiyon, Roland Garros öncesi göz doldurmayan performansıyla dikkat çekiyor. Aslında ilk seti çok da zorlanmadan 6-2 kazanmış, fakat sonraki seti de 6-1 kaybederek ciddi bir sürprize de imzasını atmış. Baktığımız zaman son sette, maçın ve turnuvanın kaçtığını farkederek oyuna ortak olsa da, malesef istediğini elde edememiş.. 7-5'lik tie-break'li bir final setiyle de 2-1 mağlup olmuş rakibine. Kendisine geçmiş olsun diyoruz.

Ps: Aslında gönlümden geçen Fed Cup'taki kızlarımızın başarısını yazmaktı. Ama haberlere ulaşamadığım için malesef kaldı yarına. İnşallah yazmaya çalışacağım onları da. Go Türkiye Go!

Kewell'dan Vazgeçmek Kolay Değil

Duygusallığı falan bir yana bıraktım. Kewell'ın takıma getirdiği havaya bakarak bile kendisini takımda tutarım ama o ayrı konu. İki sezondur takımda oynayan yabancı futbolculara baktığımızda, en büyük katkı Baros ve Kewell'dan gelmiş. Genelde başarısız geçen sezonlarda gözler direk yabancı futbolculara çevrilir. Çünkü yabancı kontenjanı olan ülkelerde yabancı futbolcular fark yaratmak için, hedefe ulaşmak için transfer edilirler. Son iki sezondur başarısızlıklarımızda ise Meira'dan, De Sanctis'e, Leo Franco'dan, Elano'ya kadar birçok yabancı futbolcuda istediğimizi bulamadık ama Baros ve Kewell birer nimet misali müthiş işler yaptılar, Galatasaray'ın en büyük kazancı oldular. Üstelik bu iki futbolcu transfer edildiğinde neredeyse bitmiş futbolculardı. Yani, Baros'a baktığımızda sürekli takım değiştiren, yedek kalan ve golcü vasıfını yitiren bir görütüdeydi. Kewell'ın ise son yıllarda hayatı sakatlıklarla boğuşmakla geçmiş ve Liverpool bu yüzden kendisinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Aslında Liverpool takım ruhunu taşıyan futbolcuları ne olursa olsun takımda tutar ama Kewell'ın durumu da durum değildi. Galatasaray'ın havası mı, futbolcuların profesyonellikleri mi ön plana çıktı bilmiyorum ama bu iki futbolcu gerek istatistik anlamında daha önemlisi ise takım ruhu adına müthiş işler yaptılar. Ayrıca aynı durumu Neill'den de gördüğümüzü söylemem lazım.

Dediğim gibi duygusallığı bir yana bırakıp, bu sezon Kewell neler yaptı bir bakalım. Yine yaşanan sakatlıklar neticesinde hazırlık kampında tam anlamıyla kendisini gösteremedi. Ayrıca sezonun ilk haftalarında da yedek kalmasına rağmen, Rijkaard kendisini yavaş yavaş hazırladı ve kırılma anları geldikçe Kewell takımın vazgeçilmez futbolcusu oldu. Sezonun ilk yarısında da neredeyse bütün maçlarda forma giydi, sakatlık sorunu yaşamadı. Ligde 16 maçta 9 gol 3 asist, Avrupa Ligi'nde 9 maçta 4 gol 1 asist ve Türkiye Kupası'nda 2 maçta 1 gol attı. Üstelik bu gol oranlarına santrafor oynamadığı halde ulaştı. Bu sebeple bana sorarsanız ligin ilk yarısının en iyi futbolcusu Kewell'dır. Geçtiğimiz sezon gösterdiği özverinin bir değişik versiyonu olan santrafor oynadığı dönemde de harika işler yaptı, Baros'un yokluğunu azalttı ama her sezon olduğu gibi yaşadığı sakatlık sonucunda ne zaman forma giyecek bilemiyoruz. Aslında geçtiğimiz sezonda sakatlık yaşamıştı ve uzun süre oynamamıştı. Ayrıca Kewell'ın sakatlandığı maçın Orduspor'la oynandığını düşününce acım bir kat daha artıyor. Yani o maçta oynasa ne olurdu oynamasa ne olurdu diyebiliriz.

Kewell'ın istatistikleri, profesyonelliği üst seviyede. 6+2'yi düşündüğümüzde de Kewell'ın rotasyonda mutlaka kalması gerekiyor. Sanırım Rijkaard da bu yönde bir rapor sundu. Çünkü Kewell'ın getirecekleri çok önemli. Galatasaray'lı her genç futbolcuya rol model olabilecek bir isim. Ben altyapıda oynayan bir isim olsam önümü ilikler sadece Kewell nasıl yaşıyor, neler yapıyor diye kendisini takip ederim. Kewell da 31 yaşına geldiğinden kendisini garanti altına alacak bir sözleşme istiyor. Galatasaray ise sakatlıkları düşünerek bir yıllık kontrat önerdi. Her iki tarafın da kendi açısından haklı olduğunu düşünüyorum ama Kewell'ın mutlaka takımda kalması gerekiyor.

Silüetten sonra Çatı da Tamam

Türk Telekom Arena'nın bitmesini gönlüm bir türlü istemese de -Samiyen'e vedadan ötürü- yine de insan bu fotoğrafları görünce heyecanlanmadan edemiyor. Türk Telekom Arena'nın silüetinin oluşmaya başladığını daha önce yazmıştım. Son gelen haber ise çatısının da yapılmaya başlandığı yönündeydi. Bekledim fotoğraflarının çıkmasını ve çıkar çıkmaz da bloga ekleyeyim dedim. Aslında birçok fotoğraf daha vardı ama, en anlaşılır, en açık bu iki fotoğrafı buldum. Çatının da takılmasıyla kaba inşaat, anladığım kadarıyla, tamamına ermiş bulunuyor. Şimdi koltuklar ile başlayan ve inşallah çevre düzenlemesiyle sona erecek olan 6 aylık bir periyot bizi bekliyor. 29 Ekim denmişti stadın açılışı için. Sanıyorum o tarihe kadar bitmiş olur. Toki'ye bir kez daha teşekkürler. Son olarak açılış; eminim daha sonra bunları uzun uzun yazıp çizeceğiz ama ben bir kez de buradan belirtmek istiyorum fikrimi. Herkes Barcelona gelse falan diyor ya, benim gönlümden geçen hep Manchester United oldu, hep de öyle olacak. İnşallah aklıma gelen başıma gelir ne diyeyim :)

Bu da stadın dıştan görünüşü..

O da Geldi Geçti {Tolunay Kafkas}

Ogün, Hami, Abdullah ve Tolunay. Trabzonspor'un rüya dörtlüsüydü. Bu dörtlü belki Trabzonspor'a şampiyonluk kazandıramadı ama şehrin efsaneleri arasında yerleri hazır. Bu dörtlü bir arada oynarken kafamdan sürekli Galatasaray'a gelseler ne olur falan diye düşünüyordum. O aralar kafamdan transferler falan yapardım, kadrolar kurardım, hatta oyuncaklardan futbolcular yapar, onlara maç yaptırırdım. Doğal olarak o zamanların ön plana çıkan bütün Türk futbolcularını Galatasaray'a getirmişliğim vardır. Çocuk yaşlarda olduğumdan yapılan her transfer benim için farklı bir heyecan kaynağıydı. Trabzonspor'da da 1995 sendromu olacak ki yaprak dökümü yaşanmaya başlamıştı. Tolunay Kafkas 1997 yılında Galatasaray'a, Hami Mandıralı 1998'de Schalke 04'e, Ogün Temizkanoğlu ve Abdullah Ercan ise 1999 yılında Fenerbahçe'ye transfer oldular. O yıllardan sonra Trabzonspor yeni efsaneler yaratma konusunda sıkıntılar yaşadı ama Fatih Tekke & Gökdeniz Karadeniz'li dönem bu duyguyu yeniden kazandırdı. Trabzonspor'da efsane olmak biraz Barcelona kültürüne benzer. Sadece iyi futbolcu olman yetmez, Trabzon doğumlu da olman orada çok farklı bir etki yaratır.

Tabii bizim konumuz Tolunay Kafkas olacak. 1997 yılında Galatasaray'a katıldı ve iki sezon boyunca bu formayı giydi. Fatih Terim'in zaten sürekli istediği bir futbolcuydu. Zamanında da Milli Takım'da vazgeçilmez isimlerinden birisiydi. Ogün & Abdullah konusunda umduğunu bulamayan Galatasaray, Tolunay Kafkas'la avunayım dedi. Çünkü o yıllarda transferin başarılı olmasından çok, kimin hangi ismi aldığının da büyük önemi vardı. Gerçi Abdullah Ercan'ın da sonradan Galatasaray'a gelme hikayesi var. Takıma katıldığında geçmişten kalan sözler var demişti ama oynadığı futbolu hatırlıyoruz. Hatta hatırlayamıyoruz. Çünkü en kötü sezonumuzda, en kötü futbolculardan birisi olmuştu.

Tolunay Kafkas, basit ama etkili futboluyla ön plana çıkan bir futbolcuydu. Gösterişsiz bir futbolu vardı ama özellikle Trabzonspor günlerinde takımın olmazsa olmaz ismiydi. İşini yapar, görevini halleder ama fazla ekstra işlere burnunu sokmazdı. Yani bir çalım atayım, ilginç bir pas deneyeyim falan olayı yoktu. Galatasaray'a büyük umutlarla geldiğinde ise doğal olarak beklenti fazla oluyor. Ama beklentileri karşılayabildiğini söyleyemeyiz. O mükemmel kadroda kendisini malesef gösteremedi ve bal yapmayan arı misali takımda kaldı. Gerçi Fatih Terim kendisine fazlasıyla şans verdi ama olmayınca olmuyor. Galatasaray günlerinde aklımda ne kaldı diye düşününce olaylı Juventus maçında Zidane'nin elini sıkmamasını falan söyleyebilirim. Şimdi olduğu gibi o yıllarda da sert bir karakteri vardı. Sevinmez, gösterişten uzak durur, sadece kendi işine bakar ve çok soğukkanlı bir yapısı var. Belki de bugünlerde iyi bir teknik direktör olmasında bu özelliklerinin payı büyük oldu.

Tolunay Kafkas'ın futbolculuk döneminde Trabzonspor haricinde istikrardan pek söz etmek mümkün değil. PTT, Keçiörengücü, Diyarbakırspor, Erzurumspor, Konyaspor derken Trabzonspor'a geldi. Dört yıl Trabzonspor forması giydikten sonra ise Galatasaray'da iki sezon ve Bursaspor, Denizlispor formalarını giydi. Bu arada bir maçta Denizlispor forması giyerken kendi kalecisiyle kavga edip kırmızı kart yemişliği vardır. Türkiye'den sonra ise Avusturya yolunu tutan Kafkas, Pasching, Lask Linz ve Admira Wacker takımlarında oynadıktan sonra futbolu bıraktı. Ayrıca 33 kere Milli Takım formasını giydiğini de belirtmek lazım.

Futbolculuk dönemi iyi, güzel ama asıl kariyer sanırım teknik direktörlük zamanında gerçekleşti. Avusturya'da bir takımda yardımcı teknik direktör olduktan sonra, Fatih Terim'in 90'ların efsane futbolcularına tanıdığı kontenjandan yararlanıp Genç Milli Takımların başına geçti. 2007/2008 sezonunda ise Ertuğrul Sağlam'ın ardından Kayserispor'un başına geçmiştir. Kayserispor'un da teknik direktörlük vizyonu çok farklı. Genç, gelecek vaad eden teknik adamları iyi buluyorlar. Tolunay Kafkas'ın da ciddi bir deneyimi olmadan takımın başına getirdiler ve başarılı oldular. Ertuğrul Sağlam'ın ardından yakalanan istikrar korundu ve 2007/2008 sezonunda Türkiye Kupası kazanıldı. Ayrıca ligin sürekli üst sıralarında yer almayı başardılar. Ama bu sezon oluşan düzensiz ortamda daha fazla kalmak istememiş olacak ki Tolunay Kafkas görevinden ayrılacağını açıkladı ve sezon sonunda görevinden ayrılıyor. Bakalım hangi takımla anlaşacak veya bir sportif direktörlük kariyeri mi kendisini bekliyor.

Ama...

İlk blog tanıtınımını Burak yapmıştı. Sıra bana gelince ben de Buster ve Leon'un blogu Ama...'yı tanıtmak istedim. Buster ile daha önce kısa bir dönem denemiştik ama şartlar uygun olmadı sanırım ve yollar ayrıldı. Belki de böylesi hayırlıymış ki Can'ın şimdi kendi yazıların okuyoruz. Hem de inanılmaz keyif alarak. Spor yazmıyor gerçi fakat yazdığı hayata dair yazılarla şimdiden kendi kitlesini oluşturmaya başladı bile. Ama... blogunda benim kendi adıma en çok sevdiğim bölüm kenar resimleri ve "Penceremden" yazıları. Kenar resimlerinde filmlerden kesitler görüyoruz ki "sevgi" başlığının altındaki Mathilda'nın resmi. Mathilda, Leon filminin baş karakterlerinden birisi desem eminim hepiniz hatırlayacaksınız. Penceremden yazılarında ise Leon'un hayatından kesitler okuyoruz.

Can'a, kendi tabiriyle Buster'a ve Leon'a bu keyifli blogdan ötürü teşekkür ediyorum. Son olarak link;

http://amaveucnokta.blogspot.com/

Edit: Sevgili Leon'u nasıl atlamışım hayret ettim kendime :) Leon'dan özür diliyor ve yazıyı iki kişilik Ama... bloguna göre düzenliyorum.

Bugünün Başrolü Olic'in {O.Lyon 0-3 Bayern Münih}

Yıldıray Baştürk'ten sonra Hamit Altıntop'u da Şampiyonlar Ligi finalinde izleyecek olmaktan mutluyum. Madem bir Türk takımı, Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finalden ötesine geçemiyor, bari Türk oyuncuları final görsün. Ama ne varsa Almanlarda var. Yıldıray da Leverkusen'de oynadığı dönemde finale adını yazdırmıştı, Hamit de bunu bir Alman takımında başardı. Bu arada gelecek sezon Hamit'in transfer dedikoduları bugün gösterdiği performans itibariyle değişiklik kazandı. Türkiye'ye gelme ihtimali tamamen kaybolduğu gibi, büyük ihtimalle Bayern Münih'le sözleşme yenileyebilir. Bugün sol kanatta yani kendi oyun tarzıyla alakası olmayan bir bölgede harikalar yarattı. Tabii diğer bir harika yaratan futbolcu ise Olic oldu. Geçmiş maçlarda Robben'i başrolde görmeyi alıştık ama bugünün başrolü Olic'deydi. Bayern Münih'in zaten ilk maçtan sonra turu rahat geçmesini bekliyordum. Çünkü Lyon'lu futbolcularda inanmışlık kalmamış. Lisandro Lopez haricinde hiçbir futbolcuda bugün turu geçeriz gibi bir düşünce göremedim. Real Madrid karşısında inanılmazları başaran bu takımın, Bayern Münih karşısında çabuk teslim olmasına inanamadım. İlk maçta Toulalan'ın bu maçta Cris'in yedikleri benzer kırmızı kartlar aslında olayı açıklıyor gibi. Bayern Münih'in de böyle bir durumda ekmeğine yağ sürülmüş oluyor ve kolaylıkla finale adını yazdırdılar. Van Gaal, Münih destanına yeni bir sayfa eklemiş oldu. Robben yeniden doğuşuyla beraber 2010 öncesinde insanlarda Hollanda heyecanı yaratıyor. Şimdi sıra Barcelona - Inter yarı finalinde.

27 Nisan 2010 Salı

Yılın Oyuncusu: Wayne Rooney

PFA Player of year.

4 senedir ayıptır söylemesi domine ettik yılın oyuncusu ödülünü. Ronaldo 2 kez Giggs de bir kez kazandı ödülü son 4 sezondur. Şimdi de Wayne.. Ama bu ödülü hak etmedi mi?

Rijkaard'ın Caner Erkin'i

Bu bek konusu Galatasaray'da sürekli sıkıntı yaratmıştır. Gerçi sol bek konusunda sadece Galatasaray değil, Milli Takım'ın da sorunları büyük. Malesef iyi sol bekler yetişmiyor ve bizlerde devşirme yoluna gitmeyi tercih ediyoruz. Hakan Balta, son yıllarda gösterdiği performansla alkış toplayan isim olmuştu. Kontrollü ve sağlam bir futbolu vardı. Ama Rijkaard'ın getirdiği felsefede Hakan Balta'nın tarzı tamamen birbirine zıt oldu. Nasıl, Servet Çetin'den iyi oyun kurmasını falan bekliyorsa, Hakan Balta'dan da Sabri misali öncelikle hücumu düşünmesi, önde basması falan beklenemez. Çünkü çok hızlı, hareketli bir futbolcu değil. Ama kontrol veya defansif bir futbolda Hakan Balta sol bek adına aranan kandır. Buna rağmen Hakan Balta'nın repertuarının geniş olmasından faydalanan Rijkaard, kendisini son maçlarda stoper oynatıyor ve meyveleri topluyor. Gerçi Bursaspor maçında Neill'in kırmızı kartının ardından kel göründü durumu oldu ama Neill ile beraber stoper uyumları harika. Topu iyi oyuna sokuyor, kontrollü oynuyor ve gayet başarılı.

Caner Erkin ise sağlıklı olduğu sürece sol bek oynayacak. Bu kesin bir durum. Rijkaard'ın kendisinden asla vazgeçeceğini sanmıyorum. Çünkü Caner Erkin'den vazgeçmek, sisteme vurulan bir darbe olacak. Caner Erkin her maç süper oynuyor, harika işler falan yapıyor demiyorum ama elde bulunan imkan bu. Galatasaray malesef santrafor ve sol bek konusunda yaptığı transfer yanlışlarının faturasını acı bir şekilde ödedi.

Caner, devşirme bir sol bek falan. Bunlar bilinen şeyler. Sol açık olarak oynadığında çok daha iyi performans gösteriyor, defansı zayıf olduğundan açık olarak oynamasının yararları büyük diye konuşup duruyoruz. Ama elde bulunan imkan dahilinde Caner Erkin'in bek oynaması şart. Keşke bu çocuk 16-17 yaşlarında Rijkaard'ın eline geçseydi de devşirme operasyonu daha sağlıklı bir şekilde yürütülseydi. Rijkaard, bir bekten fazlasını istiyor. Yani hücum yapacak, önde basacak ama bir yandan kontrolü elinden bırakmayacak. Bu kontrol olayı ise Sabri ve Caner'de bulunmayan özellikler. Kazanabilirler mi bilmiyorum ama elde bulunan imkanlarda bu futbolcular devam edecek. Bu yüzden Rijkaard'ı eleştirmeyi çok yanlış buluyorum. Ama gelecek sezona bu tarzda çok daha kaliteli bir sol bek falan alırsak buna kimse hayır demez tabii ki. Caner Erkin'in tarzı kabulümdür ama yaptığı hataları sıralarsak, Taksim'de idam hazırlıklarına girişmemiz gerekecek. Sadece Atletico Madrid maçında yaptığı bile affedilemez. Buradan da Rijkaard'ın ne kadar yüce gönüllü biri olduğunu veya futbol içerisinde kalalım dersek sisteminden asla ödün vermediğini görebiliriz.

Vettel ve Tembel Liz'i

Vettel'in aracı Liz'in lakabı "enfes"tir. Fakat bu sene bir türlü istediği sonucu elde edememişti ilk iki yarışta. Son yarış olan Malezya'da ise nihayet yarışı birinci olarak bitirdi. Malezya'dan önce enfes Liz'in tembel Liz olduğu günlerden bu fotoğraf :) Keyifli olmamış mı ama?..

Yaradılış Destanı

Yaşanan forma skandalı. Sanırım Galatasaray tarihinin en acı ve saçma olayları arasında yerini aldı. Bir hazırlık maçında yapılmaya çalışan cinlik falan gerçekten inanılmaz. Hala düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Okan Çevik gibi tecrübeli bir ismin böyle oyunlara girebileceği falan aklımın ucuna gelmezdi. Yani Cemal Nalga o maçta oynatılarak ne gibi bir rant elde edilmeye çalışıldı bilmiyorum. Amaç neydi hala bir açıklama yok. Sadece Okan Çevik'in Milli duygularıma yenik düştüm açıklaması var. Neyin duygusuydu bu anlamadım gitti. O yaşananlardan sonra takımı ayakta tutmak, küme düşmemesini sağlamak falan çok zordu. Gelen cezalara baktığımızda herkesin küme düşer dediği takımı ayakta tutabilmek, hatta play-off potasına sokmak, yabancıları elde tutmayı başarmak, takımda bir inanç yaratmak müthişti. Bu skandal belki acı bir olay olarak tarih sahnesinde yerini aldı ama Galatasaray basketbol takımının bu yaradılış destanını da sürekli hatırlayacağız ve en büyük gururlarımızdan birisi olacak. Cem Akdağ'a ne kadar teşekkür etsek azdır. Eksili puanlardan, cezalı oyuncuları falan geçtim, takımı da kendisi kurmamasına rağmen Galatasaraylılığını ön plana çıkararak, bir bakıma William Wallace performansında bir işe soyundu ve hakkıyla yerine getirdi. Mesela bu kötü durumda o yabancıların bile takıma nasıl sahip çıktığını gördük. Herkese teşekkür ediyorum. Bu başarı da emeği geçen bütün aslanlara. Gelecek sezona artık daha güçlü bir kadroyla, bu sinerjiyle hedefin şampiyonluk olması dileğiyle.

Hangi Maç Hangi Kanalda? {27-28-29 Nisan}

27 Nisan Salı

21:45 Lyon - Bayern Münih; Futbol Smart

28 Nisan Çarşamba

18:30 Banvit-Pınar Karşıyaka; Spormax
20:30 F.Bahçe Ü-Bornova Bld; Spormax
21:45 Barcelona - Inter; Star

29 Nisan Perşembe

18:00 Beşiktaş CT-T.Telekom; Spormax
20:00 Efes Pilsen-Erdemir; Spormax
22:05 Fulham - Hamburg; Euro Futbol - Futbol Smart
22:05 Liverpool - Atletico Madrid; Star

Pankartsal Cümleler #5

Maç da pankartlar gibi berabere bitti..

26 Nisan 2010 Pazartesi

Arda Turan'da Sona Doğru

''Ben Tugay'ı, Arif'i ıslıklamadım. Ben de onlar gibi olmak istiyorum. Onların geldiği yerden geldim. Kusurum olsaydı, büyüklerim gereken uyarıyı yapardı. Ben robot değilim. Kimseye kırgın değilim ama onların da aileme ve sevdiklerime saygılı olmalarını bekledim''

''Bu yönetimin vereceği bir karar. Her karara saygılıyım. Avrupa'da da oynamak istiyorum. Herhalde taraftar da burada daha fazla faydalı olamayacağımı düşünüyor. Bana 'Kal' derlerse kalırım, 'Git' derlerse giderim. Ben hiçbir zaman 'Yıldızım' demedim. Ne isterlerse onu yaparım. Kalsam da gitsem de her zaman Galatasaraylıyım''


Malesef oluşan ortam Arda'nın takımdan ayrılmasına yönelik. Bu adam takımdan ayrılsın diye müthiş bir çaba varmış gibi sürekli üzerine oynanıyor. Arda'nın da oluşan bu baskı ortamından çıkması çok zor gibi. Basının ardından tribünlerin de Arda'ya sırt çevirmesi sonucunda oluşacak durumları sezon sonunda izleyeceğiz. Söylemek istediklerimizi ise zaten söyledik. Arda kendini yıpratmamak adına, futboluna bakmak adına Avrupa'ya gitmesi gereken bir futbolcu. Yoksa bu baskı ortamının ortasında kalacak diye korkuyorum. Zaten böylesine özel yetenekleri bu ülke az çıkartıyor ya da bu seviyelere getiremiyor. Bari bu adamı yıpratmayalım diyorum. Şu an Galatasaray formasını giyen kaç futbolcu ruhu taşıyor ki herkes Arda'yı ruhsuzluk falan yüzünden eleştiriyor. Bu ortamda Arda, gergin de olur, kavga da eder, sahada istediği performansı da veremez. Malesef kaybeden Galatasaray olmak üzere ama umarım Arda kazanan tarafta yer alır.

Galatasaray - Bursaspor Maçından Enstantaneler

Bir süredir keyifli maç izlemeyince, canım pek foto-roman yapmak istemiyordu. Bugün, Bursaspor'a özel güzel bir maç hikayesi yapayım dedim başladım fotoğraf aramaya ve güzel fotoğraflar da buldum. Varsın sonuç başkasına yarasın, şu maçtan aldığım keyfi bu sezon ilk kez
hissettim. Umuyorum siz de okurken keyif alırsınız, buyrun başlayalım;

Sahada olması gerekenler malesef hala tribünde;

Geleceğin başkanı ve teknik direktörü demek geliyor içimden ne yalan söyleyeyim;

Tanıdık yüzler görüyorum;

Ama yazık değil mi bu çocuğa yaa? O kadar koştu etti, bir gol bari atabilseydi..

Maçı B.Gezer yönetiyorsa kavgası da kartı da eksik olmaz!


Maçın fark yaratanları;
Son olarak maçın özeti.. Ne size yaradı ne bize;
 

Tüm Telif Hakları Sportif Cümleler 'e Aittir © 2009 -- Blogger Tarafından Desteklenmektedir