28 Şubat 2011 Pazartesi

Phil Baba

Phil Baba'nın gençliğinden, New York günlerinden güzel bir kare...

O da Geldi Geçti / Zvjezdan Misimovic

Lincoln ve Misimovic. Her ikisi de Bundesliga'nın sayılı 10 numaralarından ve yolu Galatasaray'la kesişmiş isimlerinden. Lincoln mevzusunu bir daha açmaya gerek yok. Geçmişte bütün suçu Lincoln üzerinden arıyordum ama şu son yaşananlardan da sonra tek suçlu o değilmiş. Yine de biz Lincoln profesyonel değildi, sorunluydu falan diyelim.

Misimovic ise son derece profesyonel, hatta bununla da nam salmış bir isim. Onun sorun çıkardığı, hakkında kötü konuşulduğu pek duyulmamış bir olay. Ama Hagi ile karşılaştı ve birkaç maçtan sonra kendisinin kadro dışı bırakıldığını öğrendik. Sakız mevzusu bahane, sorunlar çok başkaydı ve ben yine bütün suçu Misimovic üzerinden arıyordum. Çünkü Lincoln ve Misimovic'in kadro dışı kalması farklı olaylar, Hagi ise daha da farklı. Şimdi gelinen nokta da ise tek suçlu yine Misimovic değil.

Soru ise şu, Misimovic'in suçu neydi?

Transferi bir anda gerçekleşti aslında, bizlere de birçok şeyi unutturan bir isim oldu. Normalde Karpaty faciasının ardından ortalığı yıkmamız lazımdı. Ligde de iki maçta alınan iki mağlubiyet. Ama Misimovic'in gelişi hepsini unutturdu ve bizler yine hayaller alemine daldık. Misimovic şu sistemde iş yapar, artık bu tarz futbol oynarız gibisinden hayaller. Ayrıca şunu da merak ediyorum, Misimovic'i Rijkaard mı istemişti yoksa yönetimin kara dumanları dağıtmak amacıyla mı gerçekleştirdiği bir transfer olmuştu.

Öyle ya da böyle, Misimovic gibi bir futbolcu Galatasaray'a geldi ama Rijkaard'la birliktelikleri çok kısa sürdü. Rijkaard'ın ayrılığının en çok Insua'ya vuracağını düşünüyordum ama asıl büyük darbeleri Misimovic aldı. Zaten performansıyla da eleştiriliyordu ama zaman verilmesi gerektiği söylenenler arasındaydı. Hagi de gelince Elano'yla birlikte Fenerbahçe deplasmanında gösterdiği form artışı yüzleri güldürdü. Ama bu kısa vadede olacaktı, Elano alışık olduğu mevkide çok iyi işler yaptı ama Misimovic için sol kanatta oynamak zulüm gibiydi. Bunu da gitti Hagi'ye söyledi. Çok doğal değil midir, bir futbolcunun memnun olmadığı bir durumu hocasıyla danışması. Ama Hagi de bildiğimiz Hagi, otorite tanımam, burada tek otorite benim diyen biri. Geçmişte Ümit Karan'ı kadro dışı bırakma hikayesini unutmayalım ama o Ümit Karan'ın da bir sonraki sezon da dönüşü muhteşem olmuştu.

Bu açıdan bakınca suçlu Hagi gibi duruyor. Ama tek suçlu Hagi değil elbet. Hagi'nin de istediği futbolcularla çalışmak haklı ve benim gözlemlediğim hırslı, mücadele etmeyi seven futbolcularla çalışmayı daha çok seviyor. Sanırım futbolcunun gözünde onu arıyor, mağlubiyetten sonra isyan eden adamlara tapıyor. Kewell gibi, Baros gibi, Culio gibi. Kalitesiz futbolcularla yola devam etmesi ve bu konuda hala yaptırım uygulamaması Hagi'nin günahı ama Misimovic konusunda da tek suçlu elbette o değil. Yine de orta yol aranabilirdi, Misimovic'i kazanmak mümkün olabilirdi. Kazanmak zor olan, kaybetmek çok kolay. Şenol Güneş'i bu yüzden çok seviyorum, artık bitti denilen, sorunlu denen isimleri mezardan kaldırarak şaha kaldırıyor. Hagi ise daha çok kalem kırmayı seviyor, sildiği ismin bir daha yüzüne bakmıyor.

Yine de bu konu hakkında hala gerçek açıklamaları, gerekçeyi bildiğimizi söyleyemeyiz, bu da sanırım bir sır olarak kalacak.

Misimovic gitti artık. Yapacak birşey yok, olmuşla ölmüşe çare hiç yok. Elano misali Misimovic'in inanılmaz performanslarını, gollerini ve asistlerini izler dururuz. Sonra da kafayı duvarlara vururuz. Oysa Hagi'nin gelecek sezon takımda kalacağını düşünmüyorum, belki yeni gelecek olan teknik adamın vazgeçilmezi Misimovic olacaktı. Zaten kadro kalitesi 2 sezona oranla inanılmaz düştü, bir zamanların yıldız transferleri yapan takımı o yıldızları yok pahasına satmaya başladı, büyük de zarara uğruyor. Tek suçlu ise ortaya vizyon koymaya çalışan ama bu vizyonu da hiç etmeyi çok seven futbol yönetimidir.

Misimovic Dinamo Moskova'da

Beklenen ayrılık sonunda gerçekleşti. Misimovic, sezon sonunu beklemeden Rusya yolunu tuttu. Onun için bu büyük bir düşüş, Galatasaray'a ne umutlarla geldi ama ne buldu. Birkaç ay içinde de Rusya yolunu tutmuş oldu. Galatasaray için ise gerek maddi gerekse manevi anlamda kayıp büyük. Bu konuyu ilerleyen saatlerde daha da detaylandırırız...

Yeni Fenomen ''Andres Fleurquin''

Son günlerin tartışmasız en aranan adamı. Sürekli de akıllara gelmeye başladı, eminim kulakları bol bol çınlıyordur. Çünkü Hagi üzerinden ''Lucescu, Fleurquin'le Şampiyonlar Ligi'nde destanlar yazdı'' gibisinden tartışmalar başladı. Doğruluk yapı da var elbet ama bu biraz da Lucescu'nun sihiri. Çok başka bir adam, çok başka bir karakter ve çok başka bir teknik direktör. Altın yumurtlayan tavuğu kesme lafını da buradan Galatasaray ve Beşiktaş'a göndermek lazım.

Fleurquin, şimdi nerelerde bilmem. Hala futbola devam ediyor mudur acaba, ediyorsa da hangi takımda devam ediyor bunu bilenler yorum kısmında yazar. Ama çok ilginç değil mi, son günlerde sürekli kendini anmamız. Daha da önemlisi bu adam kült bir duruma geliyor, Fleurquin ismi artık Galatasaray için bir tabu. Artık her kötü durumda, her kötü orta saha rotasyonunda ''bu takım Fleurquin'le harikalar yarattı'' diyeceğiz. Tabii bir de Bülent Akın var, o da ayrı fenomen ama şu sıralar Fleurquin daha popüler.

27 Şubat 2011 Pazar

Umut Bulut'un Zorunlu Mecburiyeti / Trabzonspor 3-3 Kayserispor

Maçın çılgınlığı şuradan geliyor. Her iki takımın da teknik ayakları var ve tek düşünceleri galibiyet. Tek düşünce galibiyet olduğunda da bu teknik ayaklara sanatlarını konuşturabileceği boş alanlar da fazlasıyla kalıyor. Kayserispor için Ambarat ve Ziani, Trabzonspor için ise Jaja ve Burak Yılmaz'dı anahtarı ellerinde tutan isimler. Defansın yarattığı boşluklar ve hatalardan iyi faydalandılar, rakip üzerinde oldukça etkili oldular. Durum da böyle olunca ortaya çok keyifli, harika bir futbol resitali çıktı.

Volkan Babacan'ın yerine Souleymanou'nun dönüşü de pek fark etmedi. Souleymanou'nun zaten kariyeri boyunca bu tip yaptığı hatalar fazlasıyla var ve yine bu tip hata da gelince maç 1-0 başlamış oldu. Maçın 1-0'a gelmesinden sonra da suni bir Trabzonspor baskısı geldi. Suni dememin sebebi bunun kısa sürmesinden geliyor, çünkü ilk yarının sonuna kadar ki geçen süreçte Kayserispor daha etkin olan taraftı. Ambarat ve Ziani'nin Trabzonspor'un bek savunmasını bitiren hamleleriyle de kanatlardan çok iyi geldiler, bu süreçte golü de buldular ama 41. dakikada Umut Bulut'un kaçırdığı bomboş pozisyonun izahı olamazdı. Bugün kornerden gelen toplarda Kayserispor'un hamlelerde başarısızlığı fazlasıyla vardı, ya da buna Trabzonspor'un başarısı mı desek.

Trabzonspor'un maçın seyrini değiştirmek adına fazla bir hamle şansı yok. Ya Alanzinho ya da Yattara her maç oyuna giriyorlar ve şu ana kadar da olayın seyrini değiştirdiklerini pek görmedim. Bu durum da Trabzonspor'un zayıf yönü aslında, maçın gidişatına göre hamle imkanı oldukça az. Nitekim ikinci yarı başlarken yine Yattara oyuna girdi ama iyi ortaları dışında pek bir etkisi yoktu. Üstelik Kayserispor'un da kazanmak istediği ve geride de boşluklar bıraktığı bir maçta. Eski Yattara'nın yaratacağı etkiyi anlatmaya bile gerek yok. Durum böyle olunca da Trabzonspor'un maçı değiştirmek adına yapabileceği tek şey Burak Yılmaz ve Jaja'nın oyundan düşmemesi için dua etmek. Burak Yılmaz'ın ikinci yarı boyunca çabalaması hiç bitmedi ama Jaja bir noktadan sonra etkisini yitiriyor.

Maç 2-1'e gelip hemen ardından 2-2'ye geldikten sonra ise kazanmaktan başka çaresi olmayan Trabzonspor rakip alanda baskı kurmak adına riskler aldı ama bu durum da Kayserispor'un ekmeğine yağ sürdü. Şota'yı kutlamak lazım aslında, mücadele gücünü arttırmaya yönelik hamle yapmak yerine Mehmet Eren'i de kullanarak daha da hızlı bir takım yarattı ve Ziani, Ambarat iklisine bir de Mehmet Eren eklenince çok fazla boş alanlar buldular, maçı da 3-2'ye getirdiler ama skoru koruyamadılar. Aslında her iki takım adına da kaderi savunmalar çizdi, yapılan basit hatalar ve bazı futbolculara çare olamamak bizlere böyle bir skoru getirmiş oldu.

Bana sorarsanız Trabzonspor adına asıl büyük handikap, Umut Bulut'a bu kadar bağlı kalmaya zorunlu olmak. Teofilo da gittikten sonra herşey Umut Bulut'a bağlandı ama çok fazla iyi yönü de olmasına rağmen asıl işi olan gol atmayı başaramayıp, çok basit pozisyonlarda inanılmaz hatalar yapınca da iş çığrından çıkabiliyor. Yeni gelen Brozek'in de pek iyi bir forvet alternatifi olduğunu düşünmüyorum.

SPOR TOTO SÜPER LİG

TRABZONSPOR: 3 - KAYSERİSPOR: 3

Stat:
Hüseyin Avni Aker

Hakemler:
Yunus Yıldırım, Erdinç Sezertam, Alpaslan Dedeş

Trabzonspor:
Onur, Serkan, Mustafa Yumlu, Glowacki, Cale, Ceyhun, Colman, Alanzinho (Dk. 46 Yattara ), Burak, Jaja, Umut (Dk. 72 Pawel Brozek )

Kayserisspor:
Souleymanou, Hasan Ali, Serdar, Selim, Abdullah, Hamza, Semih (Dk. 66 Mehmet Eren ), Önder, Kujovic, Ziani, Amrabat

Goller:
Dk. 2 Jaja, Dk. 54 Burak, Dk. 88 Glowacki (Trabzonspor) Dk. 21 ve 56 Abdullah, Dk. 82 Kujovic (Kayserispor)

Sarı kartlar:
Dk. 84 Cale (Trabzonspor) Dk. 55 Abdullah (Kayserispor)

Bülent Korkmaz & Rotariu

Kafama takıldı, Bülent Korkmaz'ın arkasındaki Galatasaraylı futbolcu kimdi derken Rotariu cevabı geldi...

26 Şubat 2011 Cumartesi

Bugün Kazanan Abdullah Avcı'ydı / İstanbul Belediye 3-1 Galatasaray

Abdullah Avcı & Galatasaray yakıştırmaları yılların mevzusu. İstanbul Belediye'nin Fenerbahçe ve Beşiktaş'a kök söktürmesi ama Galatasaray karşısında şansının tutmaması sonucunda o kadar fazla gereksiz eleştiriler geldi ki, adamın kariyerine büyük bir kambur eklediler. Olası Fenerbahçe veya Beşiktaş kariyerini kafadan bitirip, olası Galatasaray kariyerinde de ''asıl amacı zaten buydu'' imajı doğurdular. Bu yüzden de her geçen yıl Galatasaray maçlarının Abdullah Avcı açısından önemi çok daha büyüdü, sürekli bir kazanma azmiyle doğdu ve istediğini de aldı. Galatasaray adına kötü futboldu, mağlubiyetti falan elbette üzgünüz ama Abdullah Avcı adına seviniyorum. Bu eleştirilerin bitecek olması kendisi için çok önemli bir artıydı.

Başlıkta ''bugün kazanan Abdullah Avcı'yı'' deyince bazı arkadaşlar olayı başka anladı. Ben İstanbul BB'nin futbolunu falan övmedim, sadece olayı Abdullah Avcı adına bitmeyen eleştirilere getirdim. Maça bakınca da futbol anlamına çok birşey yapmadıklarını zaten görüyoruz. Her iki takım adına da etkili pozisyonlar, süper aksiyonlar falan yok ama Galatasaray savunmasının zafiyetleri de ortada. Daha fazla bireysel hata yapan bugün kaybedecekti ve öyle de oldu. Belki de İstanbul Belediye adına sezonun en kötü futbollarından biriydi bu ve 2-3 kere geldikleri rakip kalede 5 dakika içerisinde maden yarattılar. Bu hava şartlarında, futbol ruhu adına sıfır olan bir ortamda da olaya konsantre olmak zor ama hiçbir şey de bu kadar fazla basit hata yapmanın gerekçesini bizlere göstermiyor.

Twitterda, Gökhan Ünal'ın yardırdığı bir maçta, karşı takım adına büyük sorunlar vardır dedim. Galatasaray'ın sağ tarafı kambur, bunun başka bir tarafi yok. Hakan Balta derken sol tarafa çok laflar söyledik ama Serkan Kurtuluş'un da bu takımın ayarında bir isim olmadığını belirtelim. Hagi'nin büyük yanlışlarından biri de bu, Sabri adına orta sahada ısrar ederek bizim sağ tarafı felç bir duruma getiriyor. Oysa Sabri yerinde yani sağ bek olarak başlasa ve orta sahada da Yekta gibi daha kreatif bir futbolcu olsa Galatasaray için işler daha kötüye gitmez, mücadele gücü falan düşmez. Belki yine yenilir, çünkü sorunlar bununla da bitmiyor ama en azından gol atmak adına, maçı çevirmesi adına umudu olur.

Soruyorum size, maç 2-1'e geldikten sonra kaçımızın maçı çevirebileceğimize yönelik umudu vardı?

Şahsen benim yoktu. Üstelik kenarda da Pino gibi bir futbolcunun varlığına rağmen. Pino benim en çok sevdiğim isimlerden biri ama Hagi'nin hemen Pino'ya dönmeyeceğini biliyordum. Zaten gördük, Pino'yu oyuna alması 80. dakikayı buldu. Yekta'yı ise maç 3-1'e gelince düşündü. Anlamadığım nokta şu, bu kupa maçı mı ve 2-1 bize skor avantajı falan mı getiriyordu. Hagi'nin malesef bu maçta yanlışları fazlasıyla vardı ama bütün suçu da ona yüklemek yersiz. Sorunsal denizinde yüzmek istiyorsak çok derinlere dalmamız gerekiyor.

Kısacası futbol adına kötü bir gün, kötü bir stad, çok kötü hava şartları. İstanbul Belediye bunu hep yapıyor, bu ligin en kontra takımlarından biri. Asla onlara karşı ''tamam bu maç bitti'' gibi bir düşünceye dalamıyoruz. Bugün de öyle oldu, 1-0 öndeyken oluşan görüntü asla bu maçın 3-1'e falan gelmeyeceği yönündeydi ama oldu. Gaziantepspor karşısında işler zor, tek avantaj TT Arena. Turu geçeceksek, yine mekan oynatacak bizi.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESPOR: 3 - GALATASARAY: 1


Stat: Atatürk Olimpiyat

Hakemler: Fırat Aydınus, Orkun Aktaş, Adil Sinem

İstanbul Büyükşehir Belediyespor: Oğuzhan, Kus, Can, Metin, Ekrem, Cihan, Mahmut (Dk. 77 Efe), Holmen, Gökhan Süzen (Dk. 67 Ali Güzeldal), İbrahim Akın (Dk. 85 İskender), Gökhan Ünal

Galatasaray: Zapata, Serkan, Cana, Servet, Çağlar, Sabri (Dk. 76 Yekta), Mustafa, Culio, Kazım (Dk. 90 1 Emre Çolak), Stancu (Dk. 80 Pino), Baros

Goller: Dk. 32 Baros (Galatasaray), Dk. 61 Holmen, Dk. 66 ve 76

Sarı kartlar: Dk. 30 Kus, Dk. 59 Holmen, Dk. 78 Ali Güzeldal (İstanbul Büyükşehir Belediyespor), Dk. 85 Serkan, Dk. 90 2 Pino (Galatasaray)

NBA'deki Takas Manyaklığı #2

Kendi takımım olduğundan Pacers'la başlamam lazım. Üstelik takası da gerçekleştirememelerine rağmen. Vogel'le başlayan yeni bir dönem var ve OJ Mayo için de son dakikaya kadar uğraşmak ölü toprağının üzerlerinden atıldığının göstergesi. Eğer takas süresi yetseydi, neredeyse bedavaya OJ Mayo takıma katılmış olacaktı. Rotasyona baktığımızda OJ Mayo tarzında başka oyuncuları da görmek mümkün ve bu yüzden OJ Mayo takasının ne kadar doğru olduğunu tartışacaktık ama Pacers birşeyler yapmak istiyor. Bu yüzden de sezon sonunda yukarı sıralar adına önemli hamleler bekliyorum. Vogel'in Mourinho vari eylemleri var ve bana bile kaç yıl aradan sonra Pacers heyecanı geri geldi diyebilirim. Ayrıca Ömer Aşık'ı da istedi Pacers ama Bulls bu olaya pek sıcak bakmadı.

Semih Erden de Cavs yolunu tuttu. Boston gibi şampiyonluğun en güçlü adaylarından birinden, bir anda NBA sonuncusuna geçiş. Şu ana kadar Shaq ve Garnett gibi uzunlarda ne öğrendiyse kardır diyebilirim. Semih'in Cavs'da çok daha fazla süre ve kendini gösterme imkanı yakalayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Varejao'nun da yokluğunda üzerine büyük bir yük binecek ve en azından sene sonuna kadar iyi süreler alacak. Ama yakın zamanda play-off tecrübesi yaşama olasılığı yok, ayrıca kendisine de yol gösterici isimler olmayacak. Buna rağmen daha fazla süre alacak olması bir avantaj ama Semih'in Cavs'a geçişi, bizlere daha fazla Cavs maçı izleme durum getirirse bu hiç de iyi bir durum olmaz.

Boston'un yaşadığı değişim bununla da sınırlı değil. Jeff Green ve Nenad Krstiç'i, Kendrick Perkins ve Nate Robinson karşılığında Thunder'den aldılar. Thunder'in Perkins ile beraber çok sağlam bir hamle yaptığını söyleyeyim, bana göre Krstiç'den çok daha sağlam bir pivotları oldu. Boston için ise Jeff Green önemliydi, artık kenardan getirebilecekleri iyi bir kısa var. Marques Daniels'le de yolları ayırdıklarını ekleyelim. Thunder ayrıca D.J White ile Mo Patterson'u Charlotte Bobcats'a verdi ve karşılığında uzun oyuncusu Nazr Mohammed'ı aldı. Bu sayede de iyi bir pota altı rotasyonuna sahip oldular.

Gerald Wallace da Portland yolunu tutanlardan. Sakatlardan çok canı yanan Portland neredeyse bedavaya Gerald Wallace gibi bir oyuncuyu kadrosuna kattı. G.Wallace çok sevdiğim bir isimdir, oyunun her yönünde katkısı vardır. Oynadığı takımın bir numarası asla olamaz ama 2. veya 3. adam anlamında da büyük iş yapar. Charlotte Bobcats ise bu takas karşılığında Joel Pryzbilla'nın biten kontratı ile 2.tur draft hakkı aldı. Yani her açıdan yedikleri vurgun büyük ve Michael Jordan da ne kadar büyük efsane olursa olsun, çok kötü bir yönetici. Isiah Thomas 1, Jordan 2. Bu Jordan'ın ilk vukuatı da değil ayrıca.

Aaron Brooks'un da Suns yolunu tuttuğunu söyleyelim. Karşılığında da Goran Dragic ile 2011 birinci tur draft hakkı Rockets'e gitti. Bu sezonki Brooks'u düşününce Rockets'in bu adamdan kurtulması lazımdı ve bunu başardılar. Rockets'in bir diğer hamlesi de Hasheem Thabeet'i almak oldu. Shane Battier'ı Memphis'e gönderildi.

Transfer Döneminin En Popüler Futbolcu Adayı; Ersan Gülüm

Beşiktaş'ın en büyük pişmanlıklarından biri olsa gerek. Keşke sezon başında Ersan Gülüm'ün bonservisini alsaydık diyorlardır. Ama son zamanlarda yurt içinden yapılan transferlerden ödenen bonservis tutarları da ortada. Bu yüzden sezon başında Ersan için ödenecek 4-5 milyon avro'yu gören taraftar büyük ihtimalle ayaklanacaktı ve ''Bank Asya'dan alınan bir futbolcuya bu para ödenmez'' denilecekti. Tabii medya eleştirileri de cabası. Bu yüzden de kiralama yöntemine gidilip, kulüple opsiyon üzerinde anlaşmak mantıklı bir hamleydi. Böylece futbolcu piyasasını yaptıktan sonra da kimsenin ödenecek bonservise laf etme ihtimali kalmıyor.

Ama Ersan Gülüm'ün opsiyon meselesini bir türlü anlamadım. Transfer gerçekleştiğinde 4 milyon dolar gibi bir opsiyon konuşuluyordu. Bu opsiyon ise sözlü anlamda mı yoksa yazılı madde miydi bilmiyorum. Yazılı bir madde ise Beşiktaş'ın bonservis olayını çözememe gibi bir lüksü yok, sezon sonunda mutlaka bu parayı ödeyerek futbolcuyu resmen bünyesine katar. Yazılı değil de bu iş sözlü anlamda olduysa da burada bütün ipler Adanaspor'un elindedir. Çünkü Ersan Gülüm bu çıkışını gerçekleştirdikten sonra mutlaka daha iyi bir fiyat isterler, verdikleri çoğu sözü de unutabilirler. Ersan illa Beşiktaş diye diretir mi bilmem ama Fenerbahçe veya Galatasaray'ın da kulüple anlaştıktan sonra bu takımlara hayır diyeceğini sanmıyorum.

Hüseyin Ataş'ın haberine göre Fenerbahçe, Ersan için 7 milyon avro'yu gözden çıkardı. Eğer bu transferde gerçekleşirse büyük ihtimal Yobo'dan boşalacak yere nokta takviye olacaktır. Kafalarda oluşan iki tane soru var. Birincisi Ersan bu parayı eder mi, ikincisi ise Ersan'ın acaba sakatlıktan nasıl döneceği.

23 yaşında ve iyi yetenekleri olan yerli bir futbolcuya ben bu parayı öderim. Nokta katkı sağladığı gibi ilerleyen yıllar da onundur. Ama sakatlıktan nasıl döner bilemiyorum, yaşanan diz sakatlığıydı ve kafalarda bu soru işareti oluşturur. Bu da Ersan gibi bir yetenek için göze alınacak bir husustur. Herşeye rağmen. Bu işten ise kazançlı her şartta Adanaspor olur. Sanırım onlar da Ersan'ın böylesine bir patlama yapacağını tahmin etmiyorlardı ve her geçen gün de piyasasını oldukça arttırdı. Hüseyin Hurma taktiği ile Fenerbahçe ve Beşiktaş'ı birbirine düşüreceklerini de sanmıyorum ama sezon başında bahsedilen 4 milyon dolar'dan daha büyük bir rakamı görecek gibiyiz.

Rekabet oldukça fiyat daha da artar, iş inat boyutuna gelirse de oluşacak fiyat dudak uçuklatır. Mehmet Topuz konusunda olduğu gibi.

25 Şubat 2011 Cuma

Futbol: Bir Aşk, Ölüm ve Çocukluk Hikayesi


Son zamanlarda vakit sıkıntısı nedeniyle kendi blogumda bile doğru düzgün yazamasam da sevgili kardeşim Burak’ın isteğine nihayetinde kayıtsız kalmamak boynumuzun borcu olmuştu. Yerkürede beni en çok seven insanlardan biridir Burak. Onun için abartılı şeyler yapmadığım halde bu büyük sevgisi neden kaynaklıdır, tam olarak bilemem.

Aslında futbola dair yazılabilecek birçok mecra var. Hele eğer yaşınız Cahit Sıtkı Tarancı’nın deyimiyle ömrün yarısına dayanmışsa, sürdürdüğünüz yaşam örgüsünün sizlere anlattıracağı çok şey vardır. Bazen çok gezen bilir, bazen de çok yaşayan.. Vakitsizlik nedeniyle futbol konusunda uzun uzadıya, farklı kuyulardan girip farklı kaynaklara çıkmayı pek düşünmedim.

Futbol bu. İçine hayatın kendisini, mutluluğu, acılarınızı, hayatınızın anlamını bile boca edebilirsiniz. Bazen ruhunuzun sesidir. Bazen de en büyük eğlenceniz ve mutluluk kaynağınız. Sizlere yaşattığı büyük mutlulukların yanında büyük acılar yaşatmasını da bilir. Bazen buz kesilirsiniz. Bazen sıcaklarsınız. Ateş basar yüzünüzü. Sinirden tırnaklarınızı yersiniz. Ya da elleriniz titrer. Öfkelenirsiniz. Bazen de gönül bağıyla bağlı olduğunuz takım, önemsiz bir takıma gol atsa da büyük bir hırsla yumruklarınızı sıkarsınız. Eğer daha büyük başarılara yelken açmışsanız, bu yolculuk esnasında yapılan her güzel manevra, sonuca her güzel ulaşmalar sizi çılgına çevirebilir.

İnsanoğluna bunca duyguyu kaç şey yaşatabilir? Belki sevgiliniz değil mi? O yüzden futbol fena halde hayata benzer demenin ötesine geçeriz. Futbol bazen fena halde aşka benzer. Karasevdadır bu. Anlamlandırma gereği bile duyulmaz. Futbolda çoğu zaman sevdiğiniz kadını görebilirsiniz. Sizi öfkeye boğabilir, aşka doyurabilir, mutlu edebilir ve sinirlendirebilir. Ama zannedersem futbol daha öte bir duygu. Sonsuza kadar yaşayacak aşk öyküleri ve aynı yastıkta kocayış kısmını halı altına süpürürsek, bir kadını, sevdiğiniz bir erkeği bırakabilirsiniz ama kendi tuttuğunuz takımı kolay kolay bırakamazsınız. Sevdiğiniz birini bırakmanız belki tepki alabilir ama tuttuğunuz bir takımı bırakmanız daha fazla yadırganacaktır. Çok ironik değil mi?


Spora dair turnuvalar insan hayatı için büyük bir zevktir mutlaka. Sıradan bir müsabaka ile uluslar arası bir müsabaka arasında inanılmaz fark vardır. Aldığınız zevk katmerlenir. Özellikle çocukluk zamanlarımda turnuvalardan büyük zevk alırdım. Avrupa Şampiyonası’ndan.. Dünya Kupası’ndan.. Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası, UEFA Kupası ve Kupa Galipleri Kupası’ndan.. Tenisten atletizme, basketboldan voleybola, hentboldan masa tenisine kadar hiçbir programı kaçırmazdım. Sonuçta TRT dönemine mahkum bir çocuğun farklı bir alternatif yolundan gidebilmesi pek mümkün değildi. TRT ne sunmuşsa ona mahkum kalırdık. Ama inanılmaz zevk alırdım. Özel kanallar çoğaldıkça, alternatifler bir nevi sonsuzluğa yaklaştıkça ve eğer iş hayatınız spora odaklı olmayıp yoğun bir iş hayatı olmuşsa, çocukluğunuzda tattığınız o zevkler farklılaşacaktır. Daha çocukken herhangi bir taraf gözetmeyip her şeyi, her takımı ve sporcuyu büyük bir zevkle izlerken, aradan yıllar geçince elinizde kalan vakitsizlik ve alternatif çokluğu sizi seçimler yapmak zorunda bırakacaktır. Hepsini izleyebilmeniz ve zevkle takip edebilmeniz mümkün değildir artık. Ne yalan söyleyeyim. Öyle bir hayat döngüsüne saplandım ki, Galatasaray dışında hiçbir şeyi geniş ölçekli takip edemez oldum. LİG TV’niz vardır, her ay bir sürü paraya kıyarsınız ve harcanan onca para Galatasaray’ın bir aylık maçları içindir. Diğerlerini es geçmek zorunda kalırsınız.

Çocukken öyle miydi? Hayal meyal de olsa bir spor turnuvasına ilk şahitlik edişim 1986 Meksika Dünya Kupası ile olmuştu. Bir oyuncudan bahsederlerdi. Tanrısal bir güç ithaf edilmişti ona. Onun hakkında kulağıma çalınanlar, televizyonda söylenenler ve büyüklerimizin kelamları beni garip bir şaşkınlığın boyunduruğu altına almıştı. Kendisini ilk kez televizyonda gördüğümde bunu neden o kadar övüyorlardı ki diye hayıflanmıştım. Yerden bitme, bücürüğün tekiydi halbuki. Fakat o da ne? Bir maçta bu bücürük, yerden bitme topçu, başladı iri kıyım adamları takır takır geçmeye. O çalım atmaya doymuyordu, iri kıyım topçular da çalım yemeye! Futbol iksirini içmiş olmalıydı bu bücürük. Kaleciye bile çalımı basmıştı. Sonrasında yere düşerek vuruşunu yapmış ve madara etmişti beni. Daha on yaşında olan bendeniz, böyle bir golle tanışınca neye uğradığını şaşırdı. Boşuna değilmiş demek ki onun Tanrısallaştırılması. Maradona’dan başkası değildi bu insanüstü yetenek.


Bu öyle bir güçtü ki, Napoli gibi sıradan, İtalya’nın kuzeyli kulüpleri karşısında yokları oynayan ve bunun ezikliğini yaşayan bir kulübü devasa bir güce dönüştürmüştü. Hem de neredeyse tek başına! Onu başlangıçta bilmeyen ben, neden Tanrılaştırıldığını anlayamamıştım ama Napoli’de oynamaya başlayıp hünerlerini sergilemeye başlayınca o artık Maradona değildi. Aziz Maradona’ydı. Napoli için oldukça önemli bir aziz olan Gennaro’nun bile adı değiştirilmişti Aziz Gennarmando diye. Yıllarca açık tenli kuzeylilerin boyunduruğu altında ezilen ve gururları çiğnenen güneylilerin aziziydi Maradona. Onun sayesinde Napoli bileği bükülemez bir gurur abidesine dönüştürülmüştü. Ama fazla sevgi her zaman zararlıdır. Yıllar sonra Napoli’den ayrılmak istediğini söylediğinde bırakın halkın galeyana gelmesini, topluma derinden hükmeden mafyayı bile çıldırtıyordu. Futbolun korkutucu bir yönüne şahitlik edilmişti o zamanlar. Maradona’ya benzetilen voodoo bebeklerine iğneler saplayıp pencereden aşağı atan manyaklar vardı Napoli’nin sıcak caddelerinde.

Beni gerçek anlamda ilk kez çok etkilemiş, büyük bir hevesle ve aklı başımda takip ettiğim ilk turnuva ise o zamanki adıyla Batı Almanya’da düzenlenen 1988 Avrupa Futbol Şampiyonası’ydı. Futbolla çok içe içe olduğum zamanlara denk gelmiştir ve sürekli top peşinde koşturup duran iflah olmaz bir futbol manyağıydım o zamanlar. Birçok insan Batı Almanya’yı tutuyordu. Kupayı onların kaldırmasını istiyorlardı. Benim favorim ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) idi. Favori olmaktan öte onları tutuyordum. Ee, o zamanlar bir nevi Soğuk Savaş döneminin son demleri. SSCB yanlısı olmak bir nevi arka taraf istiyor. Boru mu? Adamlar gomonist işte. Ne tutulur, ne de yenilirlerdi. Yahu ben de çocuktum. Ne anlarım gomonizmden, soğuk savaştan, eski kovboy bozması Reagan’dan, Gorbaçov’dan. Dur bir dakika! Gorbaçov’dan bir şeyler anlardım. Kelindeki lekeyi hiç unutmamakla birlikte ne zaman Gorbaçov desem aklıma ‘Glasnost Perestroyka’ değil de çorba içen bir adam gelirdi. Çorba gibi adı vardı işte. Bizimkisi de çocukluk!

Nasıl oldu da kimsenin pek tenezzül etmek istemediği SSCB’yi tutuyordum? Belki de dönemin en iyi takımıydı. Zamanın Dinamo Kiev efsanesi çok meşhurdur. Zamanın topçuları dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek antrenmanlara tabi tutulmuştur. Siz deyin makine, ben diyeyim Robocop. Zerre fark yok. Kondisyonuyla ve ilginç oyun taktikleriyle geleni geçeni ezip geçen bir dev söz konusu. Zamanın Türk takımları Avrupa maçlarına çıktığında 60. dakikadan sonra dil dışarıda bitik şekilde koşmaya çalışırken, bu adamlar peş peşe iki maçı hiç yorulmaksızın tamamlarlarmış.

Türk takımlarının kondisyon olarak bittiğine gözlerimle şahitlik etmiştim zaten. Meşhur bir Bursaspor – Ajax maçı hatırlarım. Deplasmanda oynanan bir maçtır. Maçın 60. dakikasından sonra Bursasporlu oyuncular ayakta bile duramamaktadırlar. 5-0 mağlup olur Bursaspor. Rakip 5-0’a rağmen acımasız davranmaz. Oyunu rölantiye alır. O maçtaki bazı sahneler asla aklımdan çıkmaz. Bursasporlu oyuncular nefes nefese kalmışlar, iki metrelik mesafeye bile ite kaka gidebilmektedir. Düşüp bayılacaklarından korkmuştum. Her neyse.

SSCB neredeyse makine düzeninde işleyen Dinamo Kievli oyunculardan oluşmuştur ve kupanın gizli favorisidirler. O zamanlar futbolla yatıp kalkan ağabeyim ise Igor Belanov hastasıdır. Haliyle Dinamo Kiev hakkında da bayağı bilgisi vardır. Sürekli onu dinleyen ben haliyle adamlardan çok etkilenmiştim. Igor Belanov, Protasov, Kuznetsov, Zavarov, Blokhin, Mikhailichenko ve Dassaev dediğimde benim için akan sular dururdu. O zamanın anlatıları mı abartıydı, yoksa ben çocuk olduğum için çok mu abartıyordum bilmiyorum ama Dassaev dediğimde aklıma muazzam bir dev geliyordu. Dünyanın en iyi kalecisi olduğunu söylüyorlardı. Deve gibi de boy vardı. Gruplar maçında Hollanda karşısında bir performansı vardır ki dillere destandır.

Ne de olsa başlarında büyük taktisyen ve teknisyen Lobanovski vardı. Bambaşka bir futbol dilini dünyaya getirmişti. Mutlak profesyonellik denen bir olguyu futbolla tanıştırmıştı. Michels ve Cruyff kadar anılmayan bu futbol kurdu, üçgenler ve ön alan baskısı denen bir şeyi getirmişti futbola. Makine tadında bir takım kurmuştu. Zamanın tüm en iyi Rus oyuncuları onun eleğinden geçmişti. Biz futbola odaklanırken, manyak Rus matematikçileri de Lobanovski’nin taktiklerini diferansiyel denklemle açıklama çalışıyordu.



Finale kadar makine gibi oynayan ve güzel futboluyla beni etkileyen SSCB, gruplarda yendiği Hollanda ile finalde karşılaşmıştı. Tam bir yıldızlar çarpışmasıydı. Kalede iki dev vardı. Dassaev ve Van Breukhelen. Van Breukhelen. ismiyle bile beni duvara çarpmış gibi hissettirirdi. Muazzam bir kaleciydi. Tipine bakar, kaledeki duruşuna bakar, bir de ismine bakar ve kaçacak delik arardım. Küçükken bazı şeyler bizleri daha çok etkiliyordu haliyle. Sadece isimleri değil, kendimiz o esnada beden olarak da ufak olduğumuz için kendilerini de televizyondan izlememize rağmen dev gibi görürdük. Final maçı nedense istediğim gibi geçmemişti. SSCB pek dikiş tutturamamış ve Hollanda mükemmel Gullit ve Van Basten golleriyle kupayı almıştı.


Bu hiç ama hiç hoşuma gitmemişti. Benim Dassaev’im ve Igor Belanov’um neden yenilmişti? Laboratuvardan çıkmış Robocoplar nasıl olur da lalelere, portakallara yenilirdi. Laleler koklanmak, portakallar yemek için vardı. Ama bu Robocoplar finalde ne koklayabilmiş ne de yiyebilmişlerdi. Olsun! Igor Belanov hala Belanov’du. Beyaz Ayı’ydı. Kutuplarda değil de Kiev’de yaşayan..
Ulan Dassaev! Van Basten’den o golü yemek sana hiç ama hiç yakışmamıştı. Seni dev diye bağrımıza basmıştık halbuki.


Futbol bazen ise fena halde ölüme benzer. Kapanışı ise Eduardo Galeano yapsın:

“Abdôn Porte, Uruguay’da Nacional takımının formasını, dört yılı aşkın bir süreyle ve iki yüzü aşkın maçta taşıdı. Her zaman alkışlandı, zaman zaman da tezahüratlar yapıldı ona ve bir gün yıldızı söndü.

Sonra onu takımdan çıkardılar. Bekledi, dönmek istedi, döndü. Ama çaresi yoktu, kötü talih yakasını bırakmıyordu, insanlar onu ıslıklıyorlardı; savunmada kaplumbağaları bile kaçırıyordu, ataklarda ise etkili olamıyordu.

1918 yazı sonunda, Nacional takımının sahasında Abdôn Porte, kendini öldürdü. Yıldızının parlamış olduğu sahanın ortasında gece yarısı kendine bir kurşun sıktı. Bütün ışıklar sönüktü. Silah sesini de kimse duymadı.

Hava aydınlanırken onu buldular. Bir elinde silahı, öbür elinde ise bir mektup vardı.”

Milli Takım Transferi; Cenk Tosun

Cenk Tosun için üzülmeyi bir kenara bırakmak isterim ama olmuyor. Elden kaçan çok büyük bir değer. Buradan da Fatih Demireli'ye selam olsun. Cenk Tosun ismi henüz piyasada yokken, yine bizler adına kapalı kutu imajı veriyorken sürekli bu futbolcudan bahsetti ve transferi gerçekleştiren büyük iş başaracak dedi. Tabii biz de Galatasaray adına çok umutlandık ama olmadı. Bir bakıma made in Adnan Sezgin. Her ne kadar ''Gaziantepspor'u ben seçtim'' gibi söylemler gelse de, kimse bana bu durumu böyle anlatamaz. Galatasaray adına büyük bir transfer fiyaskosudur, belki de 1-2 yıl sonra Barcelona'nın Fabregas'ın peşine düşmesi gibi biz de Cenk Tosun peşinde koşarız. Ama çok büyük paralara ve diğer rakiplerle de beraber.

Günümüzde Milli Takım transferleri de yaşanıyor, özellikle de gurbetçi futbolcu sayısının inanılmaz şekilde artmasından sonra. Aslında eskiden de bu sayı fazlaydı ama son zamanlarda yetişen gurbetçi futbolcuların da kalitesi çok iyi ve bu da Almanya & Türkiye arasında yıldız savaşları gibisinden durumlara yol açıyor. Mesut Özil, Mehmet Ekici ve İlkay Gündoğan gibi örnekler var. Cenk Tosun da bunlardan biri olabilir miydi bilmiyorum ama Alman Ümit Milli Takım'ında oynaması ve Gaziantepspor'a geldiğinden beri gösterdiği ivme buna işaretti. Cenk'in ligin ikinci yarısının en değerli transferi olduğunu söylemek yanlış olmaz, ayrıca en büyük çıkışı da yakalayan futbolcusu kendisi.

Gelelim Milli Takım'ın golcü sorunsalına. Belki klasik bir laf olacak ama Hakan Şükür'den bu yana eller tutulur, istikrarlı bir golcümüz yok. Şu günlerde de Umut Bulut'la yola devam etmeye çalışıyoruz. Tamam, ben de beğeniyorum Umut Bulut'u çok farklı özellikleri var ve eleştiren Trabzonluların aksine, Trabzonspor'un bu başarısında da payı büyük ama aradığımız istikrar kesinlikle onda yok. Milli Takım açısından baktığımda sadece iyi bir alternatif diyebilirim ama Umut Bulut dışında da yerli bir golcümüz yoktu. Bir ara keşke Emenike, Türk olsa diyorduk. Keşke de olsaydı, ondan iyisini mi bulacağız ama bu işten kurtuluş yolu devşirme değil. Aksine, Cenk Tosun gibi değerleri Milli Takım'a kazandırabilmekti.

İşte bu açıdan Cenk Tosun, yeni bir transfer gibi heyecanlandırdı beni. Gaziantepspor'a gelmeyip Bundesliga da başka bir takımda oynasa yine bu tercihi yapar mıydı bilmiyorum ama işin sadeti bu yönde. Cenk Tosun artık Türkiye formasını giyecek ve önümüzdeki ilk maçta da kendisini kadroda bekliyorum. Hiddink'in belli ki bu yönde müthiş bir çabası oldu ve bu futbolcuyu da takıma kazandırdı. Hiddink, çok başarısız olsa ve Milli Takım'dan ayrılsa bile en azından gurbetçi futbolcular üzerinde gösterdiği çabayla ve onları Milli Takım'a kazandırmasıyla bile çok ama çok iyi hatırlanacak.

Bir ara neydi öyle, bütün gurbetçilere sırt dönmüştük. Hatta işin boyutu, 80'lerin sonundaki Almanya'ya dönüyordu. Şimdi gelinen nokta ise herkese kucak açan, temellerini Avrupa altyapısı almış futbolculardır.

SC Transfer; Atilla Çelik

Blog adına güzel bir gün bugün, nitelim belki de blogu açtığımız ilk zamanlardan bu yana hayal ettiğim, çabaladığım ortam şimdi oluştu. Atilla Abi'yi bilen bilir, kendisinin Kayıp Zamanın Peşinde isimli bir blogu var ve yazılarını orada okuyabilirsiniz. Ayrıca da Sportif Cümleler'de SC Ritüellerini yapıyorduk ve zaten blogun içerisindeydi. Atilla Abi ile tanışıklığım eskiye dayanır ve şu an birşeyler yapabiliyorsam büyük pay sahiplerinden biri de o dur. Bana hep doğruyu, akılcı olmayı ve daha iyi nasıl olabilirimi gösteren değerli abimdi. Şimdi ise Atilla Çelik'i Galatasaray ve futbol üzerine yazılarıyla da burada okuyabileceğiz. Kendisinin işi gereği zamanı kısıtlı ama beni kırmadı ve sonunda bu transferi gerçekleştirebildik. Galatasaray'ın Biglia'nın peşinde olması gibi düşünün, yıllardır uğraşılıyor ama sonuç yok. Ben ise bu sonucu alabildim diyorum ve bloga da, Atilla Abi'ye de hayırlı olmasını diliyorum.

Schuster'in 60'lara Dönüşü

Alternatifsizlik bu kadar kötü birşey mi anlamak güç. İbrahim Üzülmez'i takımdan gönderirken, İbrahim Toraman'a ceza bile vermiyorsun {bana sorarsanız stoper anternatifsizliğinden}, aynı şekilde de bütün hafta büyük ceza vereceğiz Ferrari'yi Kiev karşısında da 11'de görüyoruz. Bunun adı alternatifsiziğin getirdiği çaresizliktir ve şunu da sormak lazım. Ferrari'nin son Kiev maçında 11 başlaması ödül müdür, yoksa ceza mı?

Sonuçta bu adam Zidane vari bir hareket yapmadı, ya da Bordeaux maçında rakibine kafa atan Arda gibi de tecrübesiz değil. Görmüş, geçirmiş bir futbolcu ama Fenerbahçe maçında tek hareketi domino taşlarının devrilmesini daha da hızlandırdı. Ama o Ferrari'yi Kiev karşısında da 11'de gördük, dolayısıyla kendisinden iyi futbol da beklemiyorduk.

Schuster'in çok büyük yanlışlarından biri de bu, malesef krizi hiç iyi yönetemiyor. Yeni krizler yaratmak anlamında da etkili bir isim.

İstikrar yanlısıyım, istikrar sağlayan takımların başarı yakalayacağına inanıyorum. Ayrıca da ülkemize gelen önemli futbol değerlerinin bir çırpıda harcanmasına elbette karşıyım. Bunun yanında ise inandığın, güvendiğin ve gelecek gördüğün isimlerle yola devam edilmesi taraftarıyım. Schuster'le Beşiktaş'ın geleceğini görebilen var mı bilmiyorum, benim böyle bir inancım malesef yok.

60'ların futbolundan bahsetti ve hak verdik ama Beşiktaş'ı 60'lara taşıyan isim de o oldu demek mümkün. Sakatlıkların falan da büyük payı var, alternatifsizlikler çok bel büktü ama kurulan bu iyi kadroyu, büyük hedefleri iyi yönetemedi. Bununla beraber de iyi bir karakter sınavı vermedi. Rijkaard'ın en büyük artısı da buydu aslında Schuster'e. Rijkaard'ın istediği kadro falan kurulmadı bir yana, alınan sonuçlara baktığımızda Rijkaard da başarısız olmuştur. Ama Rijkaard bu ülkede iyi hatırlanacak, her zaman naif adamdı, yapıcı insandı denilecek. Schuster ise farklı, sürekli hatayı başkasında arıyor ve kendi üzerine aldığı bir sorumluluk yok.

Beşiktaş'ın gelecek adına umutları var, çünkü Demirören'in transfer hamlelerine inanıyorlar. Belli ki gelecek sezonda da büyük paralar harcanacak ve yıldız isimler takıma kazandırılacak. Tabii bu süreçte yabancı kontenjanı boşaltma sorunlarını da göreceğiz. Tabata, Holosko gibi adamların geri dönüşü de var ve bu da gelecek sezon takımın başında kim kalacaksa onun başını ağrıtacak. Şunu söylemek lazım, sağlam bir yapı kurulmadığı sürece çok büyük yıldızlar alınsa da başarının gelme ihtimali düşük. Beşiktaş'ın şu an sağlam bir yapısı yok ve daha önemlisi gelecek sezonu düşünüyoruz deseler de o yönde yapılan hamleler yok. Simao ve Almeida geldi demesin kimse bana. Şu hedeflerin kaçtığı yeni sezonda gençlere yönelmek, yaş haddini aşmış adamlarla artık yolları ayırmak {Aurelio'nun oynayıp, Necip'in yedek kalması gibi} en doğrusu. Yapılacak en önemli hamle ise Schuster'le yolları ayırıp Tayfur Havuçtu ile sezonu tamamlamaktır. Sezonun sonunda ise sağlam yapı üzerine kafalar patlatılmalı, çok doğru bir teknik adam tercihi yapılmalı.

24 Şubat 2011 Perşembe

Ayrılık Altyapısı Mı?

"Chelsea'deyken dünyanın en mutlu adamıydım. Bütün kariyerimi bu kulüpte geçireceğimi düşünüyordum. Ancak birkaç ay içinde herşey değişti. Yani futbolda geleceğin neler getireceğini hiçbir zaman bilemezsiniz"


Belli ki önümüzde olası bir ayrılık var, Mourinho'nun Real Madrid günleri fazla uzun sürmeyecek. Çünkü egolar çarpışıyor, iki ego birbirini çekmek yerine itiyor. Mourinho'nun Real Madrid'i de yaşadıktan sonra olası durağı yine Premier Lig olur. Abramoviç tekrar Mourinho'yu ister mi bilmiyorum, çünkü orada da bir egolar çarpışması yaşandı ve Abramoviç, Mourinho'nun kendi adının üstüne çıktığını görünce yolları ayırmıştı. Böyle bir birlikteliği tekrar gerçekleştirmesi ise bu açıdan zor ama mutlaka Premier Lig günleri Mourinho'yu bekliyor olacak...

NBA'de Takas Manyaklığı

Sloan'ı da yeni ama kendisini de kurtaramadı. Zaten 2012 yazında da pek takımda kalmaya meyilli değildi, bu yüzden hazır piyasasının zirve zamanlarında Deron'u takas etmek çok mantıklı bir hamle oldu. Çünkü bu son olaylardan sonra da takımda kalması pek hayırlı bir iş olmayacaktı. İşin ilginç tarafı ise Deron'un takas olmadan önce bu işten haberinin olmaması ve bir anda takasla karşılaşmış olması. New Jersey'in de 2012 yaz dönemine yönelik planları var, güçlü bir kadro kurmak onların da en büyük hedefi. Deron da bu açıdan mühim bir hamle. Melo için çok uğraştılar ama bir şekilde başka bir All-Star oyuncuyu, ligin de en iyi 2-3 oyun kurucusundan birini kadroya kattılar.

Deron Williams, Devin Harris, Derrick Favors ve iki ilk tur draft hakkı karşılığında takas edildi. Bana sorarsanız her iki takım açısından da hayırlı bir takas. New Jersey, geleceğe yönelik planlar adına iyi bir parçayı takımına ekledi. Jazz ise Devin Harris gibi bir guard'a ve Derrick Favors gibi de iyi bir rotasyon parçasına sahip oldu. Ama artık takımlarında elit bir yıldız yok, Boozer & Deron ikilili günler biraz uzaklarda. Yine de uzun vadeli düşünüyorlarsa, bu ilk tur draft hakları da onların oldukça yararına.

Bakalım Sloan ile papaz olan Deron, disiplin için yaşayan Avery Johnson ile neler yaşayacak?

Takaslar tabii bununla da bitmek bilmiyor. Takasın son saatlerinin oldukça hareketli geçtiğini söylemek mümkün ve takımlar önemli değişimler yaşıyor. Cleveland Cavaliers de Baron Davis'i kadrosuna kattı ve Clippers'a bunun karşılığında Mo Williams ve Jamario Moon'u gönderdi. Cavs adına yeniden yapılanma hamlelerinin başladığını söylemek mümkün, gerçi Baron Davis ile ne kadar yapılanılır bilemem ama her ne kadar zayıf olacağı söylense de üst sıralardan draft hakkını da elde etmiş oldular. Clippers'ın ise bu takastan kazançlı çıktığını söyleyebilirim, Mo Williams'ın eski halinden uzak olduğunu söylesekte Baron'un yokluğunu fazlasıyla doldurur, ayrıca da Moon gibi iyi bir rotasyon hamlesine sahip oldular.

Diğer bir takasta Atlanta ve Washington arasında oldu. Atlanta, deneyimli oyun kurucu Kirk Hinrich'i kadrosuna kattı.. Beş oyuncunun dahil olduğu takasta Mike Bibby, Maurice Evans ve Jordan Crawford ile birlikte, bir draft hakkını Washington Wizards'a veren Hawks, ayrıca pota altı oyuncusu Hilton Armstrong'u da aldı. Washington'un Wall'a çok iyi bir alternatif yarattığını söyleyebilirim, ayrıca da iyi parçalar aldılar.Hinrich'in ise Atlanta'da neler yapacağını merakla bekliyorum.

Biz Kaleci Araya Duralım, Friedel Yıllara Meydan Okumaya Devam Etsin

Yerli kaleci geleneğini oturtamadığımız sürece bizdeki kaleci travması kolay kolay bitmez. Ayrıca işin kökenine de inmek gerekiyor, potansiyelli dediğimiz kalecilerin neden kıvama gelemediğini kaleci antrenörüne de sormak lazım. Sağlık ekibi için nasıl köklü bir operasyon geldiyse, bir benzeri de kaleci olayında yaşanmalı ve 10 yılda bir Taffarel gelsin, Mondragon gelsin gibi söylemlerden de kurtulalım.

Kaleci demişken eski bir dostu hatırlayalım aslında. Brad Friedel bugünlerde 40 yaşının arefesine gelmiş durumda ama hala Premier Lig'in elle tutulur isimlerinden biri. Kaleciler için yaşlı demekten öte yıllanmış şarap kavramını kullandığımız isimler vardır, Friedel de bunlardan biri. 2008'den bu yana Aston Villa kalesini başarıyla koruyor ve belki de yeni bir rekora gidecek. Çünkü bu gidişle çok rahat 42-43 yaşları da görecek diyorum.

Friedel'in Galatasaray kariyerini iyi hatırlıyorum aslında. Souness'in ülkemize getirdiği isimlerden biriydi ama Venison, Marsh ve Saunders gibi sezon başında gelmemişti. Venison ve Marsh'la yollar ayrıldıktan sonra Van Gobbel ve Friedel takviyeleri yapılmıştı, Friedel de sezon sonuna kadar Galatasaray'ın kalesini korumuştu. Ama o kötü sezon içerisinde de çok paylayan bir isim olduğunu söylemek güç, bu yüzden takımdan ayrıldığında kimse ses çıkarmadı. Bunun aksine Van Gobbel ise bir sonraki sezonu da görebilmişti, Fatih Terim'in ilk yılında vardı ama ligin devre arasında gelen iyi bir teklife de Galatasaray hayır demeyecekti.

Friedel, Galatasaray'a transfer olduğunda 24 yaşındaydı ve Galatasaray'a geldiğinde de kariyeri sarsıldı aslında. 1994 yılında Newcastle United formasını kiralık olarak giymişti, sonrasında ise Danimarka yollarına düşerek Brøndby'e geldi. Buradan da Galatasaray'a ama 1995-1996 sezonu sonunda da ülkesine dönmüştü. Kendi Milli Takım'ında da oynamasına rağmen 24 yaşında bir kalecinin ABD Ligi'ne geri dönmesi kariyeri açısından büyük bir sarsılmadır. Buna rağmen bir sezon oynadığı Columbus Crew formasıyla iyi işler çıkarmış ve çok uzun sürecek {hala da devam eden} Premier Lig günlerini de başlatmış olacaktı.

Liverpool'a transfer olduğunda kariyerinin zirvesini yaşamış gibi görünebilir ama bu takımda oynadığı 3 sezonda da fazla forma şansı bulamadığından Souness onu bu sefer Blackburn Rovers semalarına çekti. Burada ise geçirdiği tam 8 yıl var, tam bir istikrar abidesi kıvamına geldiği yer oldu. Ayrıca Tugay Kerimoğlu'yla da uzun süre takım arkadaşlığı yapmıştır, tabii bu süreçte Hakan Ünsal ve Hakan Şükür gibi Türk futbolcularını da gördü. 2008 yılında ise Aston Villa'ya geçti ve kariyerini hala bu takımda sürdürüyor.

Friedel dediğimizde Galatasaray formalı bir fotoğrafını bile bulamıyoruz, düşünün artık o kadar eski bir mazi. Kötü geçen sezonda da zaten akıllarda pek kalmadı ama sanki De Sanctis etkisi yapmış gibi oldu. Değeri takımdan ayrıldıktan sonra anlaşılanlardan. Biz hala kaleci araya duralım, bizim Friedel yıllara meydan okumaya devam etsin.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Mourinho'nun Inter'i Yok / Inter 0-1 Bayern Münih

İki takımın korumak zorunda olduğu bir prestiji var. Geçtiğimiz sezonun iki finalisti karşı karşıya, hem de ikinci turda. Bu da bir takımın geçtiğimiz sezondan gelen Şampiyonlar Ligi apoletini bir kenara bırakması anlamına geliyor. Bu maç öncesinde de avantajlı tarafın Bayern Münih olduğunu düşünüyordum. Çünkü Van Gaal faktörü var ve geçtiğimiz yıldan Inter'i iyi biliyor. Inter cephesi ise muamma, Leonardo ile yeniden ayağa kalkmak istiyorlardı ama bu Inter, Mourinho'nun Inter'i değil. Her iki takımın kendi liglerinde yaşadığı sorunsallar bir yana, Şampiyonlar Ligi'nin onlar için çok daha önemli olduğunu düşünüyorum ve bu yolda da Bayern Münih çok önemli bir adım atmış oldu.

Maçın genel havası şuydu. İki şampiyon boksör vardır ve karşılaştıkları maçın son raunduna doğru karşılıklı olarak atağa geçerler. Bu maçın ilk dakikasından itibaren ise karşılıklı bir atışma vardı, yani her iki takım da rövanşı falan bir yana bırakıp işi ilk maçta bitirmek ister gibiydiler. İtalya'da oynanan maçta Bayern Münih için beraberliğin iyi bir skor olduğu düşünülebilir ve buna uygun bir oyun yapısı kurmasını beklersiniz. Ama öyle olmadı, Inter ne kadar ataksa belki de daha fazlasını Bayern Münih gösterdi.

Inter için kanatlar bir nimetti bugün, özellikle de sağ taraftan Maicon ve Javier Zanetti ile çok iyi iş çıkardılar. Breno değişikliğine kadar da bütün ibre onlara dönüktü. Bayern Münih ise sol tarafa önlemini aldıktan sonra hücumdaki bütün repertuarlarını iyi kullandılar. Uzaktan iyi şut atabilen futbolcularından, kanatlardaki Robben ve Ribery'e kadar Inter savunmasını belini kırdılar. Buna karşılık Bayern Münih'in de savunmada çok sağlam olmaması Inter'in kanatlardan iyi gelmesini ve Eto'o nun da savunma üzerindeki etkisini kıramadı. Şut anlamında Bayern Münih rakibini ikiye katlamış gibi görünebilir ama pozisyon anlamında da çok dengeli bir maçtı. Bu yüzden çok büyük avantaj yakalasa da Bayern Münih'in işi bitirdiğini demek için erken, deplasmandaki maç çok şeye gebe olacak.

Gökhan Gönül'ün Avrupa Hayali Var Mı?

''Her futbolcu gibi Avrupa’da hayalim var demiyorum. Olacaksa bir gün eğer bu camia için de hayırlısıysa, benim için de hayırlısıysa, gerçekten mağdur olmayacaksak hem Fenerbahçe hem ben, o zaman gitmeyi isterim. Ama şu an Avrupa’da oynayacağım diye bir hayalim yok. Şu an en büyük hedefimin içindeyim."


Gökhan Gönül, Türkiye'nin en istikrarlı ve kaliteli futbolcularından biri. Bu bana göre tartışılmaz. Oynadığı her maçta garanti olan ortalama puanının üstüne, çoğu maçta da ekstra puanını ekliyor. Hemen hemen de kötü oynadığı maç yok ve bu durum da kendisini vazgeçilmezlerden biri kılıyor. Şöyle düşünün, bugün Fenerbahçe'nin transfer edeceği herhangi bir yabancı sağ bekin Gökhan Gönül'den çok daha iyi işler yapacağını düşünmüyorum. Bu yüzden de olmazsa olmazdır ve kendi açıklamasından da yola çıkarak Avrupa hayalinin olmaması Fenerbahçe açısından önemli bir artı. Sonuçta Gökhan Gönül'den kazanılacak olan bonservise ihtiyaçları yok, Gökhan Gönül de 20 milyon avro'lar edebilecek bir isim değil ama çoğu Avrupa takımının da kadrosunda görmek istediği biri.

Mehmet Topal'ın ben önemli bir yol açtığını düşünüyorum. Şu an Mehmet Topal, Türk futbolunun zirvesidir. Her ne kadar Milli Takım'a çağrılmasa da. Çünkü öyle ya da böyle Valencia gibi bir takıma bonservis karşılığında gitmiş ve bu takımda da kısa sürede kendini kanıtlamış bir futbolcu. Mehmet Topal'ın da bu formu bazı İspanyol takımlarının ibresini Türkiye'ye çevirir. Geçmişte Nihat Kahveci'nin, Tayfun Korkut'un yaptığı gibi.

Atletico Madrid'in uzun zamandır Arda Turan'ı istediğini biliyoruz ve sezon başında da resmi olarak teklifte bulundular. Ama bu iş Arda istemedikçe olmaz, belli ki Arda'nın gözü Premier Lig devlerinde. O birden zıplamak istiyor, arada basamak kullanmadan. Aslında bu Arda açısından yanlış. Mehmet Topal'ın kısa sürede gösterdiği gelişimi gördükten sonra Arda gibi bir ismin nasıl bir gelişim göstereceğini siz düşünün ve yetenekleri onu bir zaman sonra zaten devlere taşır. Şimdi ise gerçekleştireceği direk bir geçiş, belki de forma şansı bulmasına engel olacak. Geçmişte de bunun örneklerini izledik.

Ama aynı durumun Gökhan Gönül açısından gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum, çünkü Atletico Madrid onun açısından zirve nokta olacaktır. Atletico Madrid, Sevilla ve Valencia gibi takımlarda da başarıyla mücadele eder, eğer böyle bir hedefi varsa. Lig TV'nin haberine göre Atletico Madrid bir süredir Gökhan Gönül'ü istiyor ve önerecekleri rakam 10 milyon avro. Tarafların anlaşması durumunda da bu transferin hemen gerçekleşeceği konuşuluyor ama haber ne kadar doğrudur bilemem. Keşke gerçek olsa, birçok Türk futbolcusu Avrupa yollarına düşse. Hep diyorum, ekol olmak istiyorsak yol buradan geçiyor.

Şunu da ekleyeyim, bu transfer tamamen Gökhan Gönül'ün isteğine bağlı olur. Yukarıda da dediğim gibi Fenerbahçe'nin böyle bir bonservise ihtiyacı yok. Zamanında Tuncay Şanlı için de olmazsa olmaz diyordum, Fenerbahçe çok kan kaybeder diyordum ama bu futbolcunun ayrıldığı sezon Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynadılar. Mutlaka Gökhan Gönül'ün de yerini doldurmaya çalışacaklar, belki de Aykut Kocaman bunu içeriden halledecek ama bu seferki kan kaybı biraz daha büyük olur.

Schuster İçin Rijkaard'ın Yolunda Deniyor Ama

Şu sıralar Galatasaray'la Beşiktaş kıyaslamalarını okuyoruz. Çünkü ligde puan durumlar eşitlendi ve iki takımında yarattıklarıyla beklentilerini kıyasladığımızda acaba hangisi daha kötü diye bir soru sorasım geliyor. Aslında cevap her iki takımın da kötü olduğu, hem de çok kötü olduğu. Ama Beşiktaşlıların geleceğe yönelik umutları olduğu söyleniyor, 17'de 17 hedefinden sonra alınan kötü sonuçlardan sonra gelecek sezonun kadrosu kurulduğu söylendi. Benim de uzun vadede Beşiktaş adına umutlarım var ama şöyle de bir durum var.

Galatasaray'ın da geçtiğimiz sezon bu sezona yönelik umutları ve beklentileri vardı. Geldiğimiz noktada ise bu beklentilerin çok uzağında olduğunu görüyoruz. Rijkaard hayallerimiz, Barcelona ile sistemi kıyaslamamız, Arda'dan Messi mi Iniesta mı olur görüşlerimizin hepsi suya düştü. Çünkü kötü bir futbol yönetimimiz var ve bu kötü yönetimin geldiği nokta da burasıdır. Şimdi ise Hagi ile yeni umutlar taşıyoruz ama yönetimin bu futbol vizyonuyla sezon sonunda Hagi gitti deseler asla şaşırmam.

Ama yerine gelecek isim için üzülürüm. Düşünün, Hagi gitmiş ve yerine Tugay Kerimoğlu'nu koymuşlar. Bu hamle başta göze güzel görünür ama Tugay Kerimoğlu için üzülürüm. Çünkü onu da bu vizyonla aynı son bekliyor olur. Skibbe için de durum bu değil miydi?

Schuster ile Rijkaard kıyaslamaları oluyor ama şunu da eklemek isterim, biz geçtiğimiz sezon ligden bu kadar erken kopmamıştık ve öyle ya da böyle gelen 3. var. Ayrıca Atletico Madrid'e karşı gösterilen mücadeleyi de izledik. Sakatlıksa geçtiğimiz sezon bunu fazlasıyla yaşadık, en önemlisi Baros'u kaybettik daha ne olsun. Buradan da şu sonucu çıkarmak isterim, benim de Beşiktaş adına umutlarım var olmasına rağmen bu umutların içerisinde Schuster bulunmuyor. Son olayların tuz biber olması bir yana, Beşiktaş herşeye rağmen beklentilerin çok ama çok aşağısında kaldıysa bunda teknik direktörün suçu vardır. Çünkü kimi dedilerse aldılar, çok ama çok büyük transferler gerçekleştirdiler ama beklentiler karşılanamadı.

Parayla saadet olmaz demem, parayla da pek ala saadet olur ama bu parayı da çok doğru şekilde kullanmak gerekiyor. Bu sezon yaratılan bir vizyon var ve bu vizyon doğrultusunda transferler izliyoruz ama başarı gelmiyor. Tarihin en kötü denen, BAM üçlüsünden bahsedilen Galatasaray ile şu an puan farkı eşit.

22 Şubat 2011 Salı

Stelea & Samsunspor {Ustaya Saygı}

Multescu'nun Samsun'a getirdiği isimlerden biri olmuştu. Müthiş bir kaleci olmasa da iyi bir kaleciydi, yıllarca Romanya Milli Takım'ında hatrı sayılır bir isim olmayı başarmıştı. Bugün de durduk yere aklıma düştü, bir an maziyi hatırladım ve bloga kendisini eklemek istedim. En azından ustaya saygı duyalım demek için...

Beklenen Hamle; Carmelo Anthony Knicks'de

Beşiktaş'ın ligin devre arasında gerçekleştirdikleri hamlelere gelecek sezonun hamleleri diyoruz. Çünkü sezon sonunda sözleşmesi bitecek olan Simao ve Almeida'yı sene sonunda getirmek zordu. Bu yüzden de ligin devre arasında bu işi bitirdiler, üstelik ligin ikinci yarısı da onlar adına alışma dönemi olacaktır.

Şimdi ise aynı hamleyi NBA'de New York Knicks yaptı. Onlar adına asıl rüya LeBron James'di. 2010 yılının yaz döneminde serbest kalan isimler adına birkaç yıldır salary temizleme anlamında büyük bir çaba gösteriyorlardı ama hayallerine kavuşamadılar ve Amar'e ile de teselli buldular. Ama 2011'in yaz döneminde de serbest kalan isimlere baktığımızda yine çok değerli bir dönem bizleri bekliyor olacak. Bu yüzden de sezon sonunda serbest kalacak oyuncularını şimdiden takas etmek bazı takımlar açısından en hayırlısı, çünkü sene sonunda bu isimlerin bedavaya gitme olasılıkları çok yüksek. Denver, bu yüzden Carmelo'yu takas etmenin yollarını arıyordu ve bunun için de iyi bir strateji yürüttüler. Melo'nun da gitmek istemesi zaten tuz biberdi ama New York'da biraz da mecburiyetten Melo adına büyük bir külfetin altına girdi. Çünkü bu adamın sene sonunda serbest kalma riskini göze alamazlardı ve Denver'ın da Melo'yu başka bir takıma takas etme ihtimali de vardı. Mesela New Jersey'in bu adam için çok uğraştığını biliyoruz ama Melo'nun ya Knicks ya da kara toprak söylemi bu takasın önünü tıkamıştı.

Wilson Chandler, Danilo Gallinari, Raymond Felton ve Timofey Mozgov Denver'a gitti. Melo'nun yanında da Chaunsey Billups, Anthony Carter, Shelden Williams ve Renaldo Balkman Knicks'e geldi. Ayrıca Edyy Curry'nin biten kontratı ile Anthony Randolph'u Minnesota'ya gönderen Knicks, Corey Brewer'ı kadrosuna kattı.

New York'un rotasyonun derinliğini biraz azalttı diyebiliriz. Chandler ve Gallinari onlar adına çok önemli parçalardı. Chandler'ın skor anlamında, Gallinari'nin ise yönlü oyunu Knicks adına önemliydi. Ayrıca Felton'un da kariyerinin en iyi dönemini geçirdiğini söylemek mümkün. Zaten bu takasın çok gecikmesinin de önemli bir nedeni New York'un Chandler'i vermek istememesinden kaynaklanıyordu ama kendisini de göndermek zorunda kaldılar. Ama şunu da söylemek lazım Melo gibi ligin en iyi 4-5 oyuncusundan birini kadroya kattılar. Billiups gibi de tecrübeli bir guard'a sahip oldular. Knicks sistemine ne kadar uyum sağlar bilmiyoruz ama New York'u çoğu açıdan artıya getirecektir. Brewer'ı da takas etmek önemliydi, bench açısından iyi bir hamle.

Genel anlamda Denver'ın kazançlı çıktığı bir takas, Melo politikasını gerçekten çok iyi yönettiler. Ama New York'un da bu takası gerçekleştirmesi artık bir zorunluluk haline gelmişti. Şimdi ise Melo & Amar'e ve Billiups'lu bir üçlüye sahipler ve bana göre Doğu'nun da elit takımlarından biri olmak adına önemli adımı atmış oldular. Acaba sene sonunda da C.Paul rüyaları gerçekleşir mi, bunu merak ediyorum.

Hagi & Stancu

Mersin İdman Yurdu, garip Stancu iddialarında bulunadursun, Stancu kendisi için ödenen 5 milyon avro'nun helali hoş olduğunu göstermeye devam ediyor. Mevkisinde oynamıyor gibi eleştirileri de bir yana bırakarak, Hagi'nin Stancu'nun repertuarına çok güzel özellikler kattığını görüyoruz. Bir bakıma şöyle de diyebiliriz. Guardiola da David Villa'yı ileri üçlünün solunda kullanıyor ama David Villa'nın gösterdiği üstün performans sonrasında eleştiri falan yok, herkes Guardiola'nın bu sezonki yeni hücum formatını konuşuyor. Haklılar da, geçtiğimiz sezona oranla çok daha iyi bir Barcelona izliyoruz. İyi olanın çok daha iyi olmasını düşünün, işte böyle birşey.

Ama Hagi'nin formatından fazla söz etmiyoruz. Çünkü takım iyi yolda değil, kimine göre de gelecek adına ışık vermiyor. Bu eleştirilerde haklılık payı da yüksek ama ben olaya pozitif bakanlardanım. Hagi'nin de bu eldeki imkanlarla yarattığı oyuncu değişimlerini olumlu buluyorum. Adamın amacı şapkadan tavşan çıkarmak değil, eldeki imkanlarla daha iyisini yaratabilmek. Geçmişte de kısmen bu değişimlerinin başarılı olduğunu gördük, yine olabilir. Bu değişimlerde de Stancu'nun hücum üçlüsünün sol tarafında oynaması en pozitifi gibi.

Çünkü hızı ve tekniği var. Baros'un yanında kendisini kullanarak 4-4-2'yi de kullanmak mümkün ama Hagi'nin 4-3-3'ünde de Stancu ve Kazım gibi adamların hücum kanatlarında ekmek bulması çok kolay. Dikine oynayan, şut özellikleri de olan ve her açıdan rakip savunmayı bunaltıcı isimler.

Şöyle bir soru da sormak mümkün. Acaba Stancu bu durumdan memnun mu? Misimovic, sol tarafta oynamaktan memnun olmadığı için Hagi'ye isyan etti ve devamında kadro dışı kaldı. Bir daha da forma yüzünü görmesi mümkün değil. Aslında Misimovic de isyanında haklıydı, bir futbolcunun kendi mevkisinde oynamak istemesi haklı. Ama bunu doğru şekilde dile getirmeli ve bazı dengeleri bozmamalı.

Misimovic için olmasa da Stancu için sol tarafta da oynayabilmek bir nimet, farklı bir aroma. Sonuçta Misimovic dediğimiz isim görmüş geçirmiş, futbol anlamında gelebileceği en iyi noktayı da yaşayan bir isim. Stancu ise henüz yeni, futbol piyasasında yavaş yavaş yükselecek. Hagi de bu futbolcunun yükselişindeki önemli etmenlerden biri olacaktır. Belki Stancu'nun attığı gol oranı düşecek ama daha farklı, değerli bir kimliğe bürünecek. Fifa'nın da dediği gibi Romanya adına gelecek için bir futbol ikonu olacak. Bu potansiyel kendisinde fazlasıyla var, bu açıdan böylesine bir futbolcuyu 5 milyon avro gibi bir rakama ve bu yaşta getirmek önemliydi. Gerek Culio için gerekse Stancu için bu paralar fazla diyorduk ama o bu isimler kapalı kutu olduğu zamandaydı. Şimdi ise Hagi'nin isabetli işler yaptığını görebiliyoruz, bu da transfer açısından Hagi'ye kredi sağlamıştır. Hem de Zapata'ya rağmen...

21 Şubat 2011 Pazartesi

Roma Zamanlarından; Shabani Nonda

Roma'ya gittiği ilk zamanlar krallar gibiydi. Bir bakıma Drogba'nın Chelsea'ye gidişi gibi. Ama şans Nonda'nın yanında olmadı ve sakatlık deryası içinde yüzerken bir bakmışız yolu Galatasaray'la kesişmiş, iyiki de kesişmiş. Benim için efsane futbolculardan biri oldu ve her zaman da kendisini hatırlayacağım.

Bu karikatür ise Roma'ya ilk geldiği zamanlardan olmalı, çünkü gelişemeyen Roma kariyeri içerisinde böyle güçlü bir futbolcu olamadı. Ama dediğim gibi, geldiğinde krallar gibiydi ve bu tip karikatürleri de fazlasıyla görmüşüzdür.

Trezeguet'in Dirilişi, Belki de Larsson Kıvamına Gelişi

Juventus'un küme düşürülmesinin ardından takımdan ayrılmayan isimlere karşı büyük bir sempati duyuyorum. Buffon'dan, Del Piero'ya ve Trezeguet'e kadar gider bu yol. Üstelik bu adamlar takımda kaldıklarında kariyerlerinin en zirve dönemlerindeydi, en iddialı zamanlarıydı. Vieira ve Ibrahimoviç misali büyük paralara onlar da geçiş hakkını kullanabilirlerdi ama yapmadılar ve Juve formasını ısrarla giymeye devam ettiler.

Buffon ve Del Piero hala Juve formasını giyiyor ama eski günler geride kaldı, artık yıldız değiller. Ama bayrak oyuncu olabilmenin gururunu yaşıyorlar.

Trezeguet için ise durum farklıydı. Kadroda istediği forma şansını bulamadığı için kendini yeniden kanıtlama yoluna gitti ve 10 yıllık Juventus mazisinin ardından İspanya'ya Hercules yollarına düştü. Şu ana kadar gösterdiği performansla da kendini yeniden kanıtlamayı başardı, ben yıllanmış şarabım mesajını verdi. Oynadığı 20 maçta da 10 gol atınca bir anda Milan, Inter ve Real Madrid gibi takımlar ara transferde Trezeguet'in peşine düştü ama Hercules'de kaldı.

Çünkü yeni bir macera istemiyor, 33 yaşının olgunluğunu yaşıyor. Bu yüzden de Hercules'den kolay kolay ayrılmaz diyorum ama bir zamandan sonra Larsson sendromuna da yakalanabilir ve kaç yaşına gelirse gelsin büyük takımların kurtarıcı misali kendisine başvurduğu isim olabilir. Ara transferde aldığı teklifler bunun göstergesi...

9 Yıl

Dile kolay, 8 yıldır kendi sahanda kaybetmiyorsun ve 9 yıla da ulaşmış durumdasın. Porto'dan başlayan ve Real Madrid'le devam eden bir seri bu. Arada da Chelsea ve Inter var. İnanılmaz bir istatistik, kırılması da oldukça zor bir rekor. Ne takımlar geldi geçti ama Mourinho'yu kendi sahasında deviremedi. Ama asıl sınav 17 Nisan'da Barcelona karşısında olacak, o sınavdan da boyunlar yukarıda ayrılırsa Mourinho adına çok daha farklı efsane replikleri geliştirmem lazım.

20 Şubat 2011 Pazar

Med Cezir / Beşiktaş 2-4 Fenerbahçe

Futbol gelgitlerle dolu. Bu maçta da gelgit dediğimiz olayın zirvesini gördük. Fenerbahçe'nin Dia ile maça damgasını vurduğu anlar vardı, bir ara durdurulamıyordu bile. Aslında Schuster'in de Dia için özel önlem aldığını düşünüyorum, Hilbert'i oturtup Ekrem Dağ'ı oynatması bu yüzdendi ama bu maçtaki Dia, savunmada kalarak durdurulabilecek bir isim değildi. Bu yüzden Ekrem Dağ da belki de 1-0 geride olmanın getirdiği durumla hücuma çıkmaya başladı ve Dia bu sefer savunmada rakip kovalar oldu. Zaten bundan sonra da Beşiktaş'ın oyuna ağırlığını koyduğunu gördük ve ilk yarının son anlarında, ikinci yarının başında da gelen goller Fenerbahçe adına bütün artıları silip, Beşiktaş hanesine yazdırmaya başlamıştı bile.

İkinci yarıdaki Beşiktaş, topu ayağında tutan ve defansın arkasına attığı toplarla pozisyonlar üreten yapıdaydı. Quaresma ve Simao'nun etkisini arttırması Beşiktaş adına önemliydi ve yakalanan pozisyonlar sonrasında bu maçı Beşiktaş'ın da farklı kazanması mümkündü. Çünkü Fenerbahçe orta sahasının bu maçta mücadele olarak diğer maçlardan çok daha iyi olmamasının cezasını stoperlerin bozulan dengesi çekebilirdi ama Volkan Demirel'in kurtardığı top fay hattının ilk kırığını yaratmış oldu. İkinci kırık ise Ferrari ile başladı ve Beşiktaş adına deprem bu andan sonra başladı.

Maç boyunca Lugano ve Ferrari'nin duran toplardaki ikili mücadelesini izledik. Kiminde Lugano Ferrari'yi çekip attı, kiminde Ferrari Lugano'yu. Burada suçlu hakemdir, Ferrari'nin kırmızı kartını o hazırladı. Çünkü bu ikiliden birinin böyle birşey yapacağı belliydi, hakem çok göz yumdu bunlara. Ama bütün bunlar Ferrari'yi aklamaz, futbolcudan öte bence adam da değil kendisi. Bu hareketi yakıp, takımını bile bile yakan isim hakkında ancak bu söylenir. O kırmızı kart bu maçtaki dengelerden öte önümüzdeki dengeleri de değiştirecektir.

Bazen faturayı futbolculara keseriz demiştim, Ferrari'nin yanında bir diğer fatura da Schuster'e kesilmeli. Çünkü Ferrari kırmızı kart yedikten sonra verdiği mesaj çok saçmaydı. Yani oyuncu değiştirmek için çok bekleyip, savunma güvenliği adına hamle yapmayınca. Ferrari atıldıktan sonra savunmayı üçlü bırakınca Dia'nın tekrar uyanışını izledik. Hatta buna maç boyunca eski etkisinden çok uzaklarda gezinen Mehmet Topuz da eklendi. Fenerbahçe kanatlardan çok iyi gelmeye başladı, Alex ve Niang ise zaten maç boyunca fit durumdaydılar. Böylesine bir savunma karşısında da Fenerbahçeli hücumcular ayağa kalkıp, 4-2'yi bulmasını bilediler. Schuster ise sadece Necip ile Aurelio'yu değiştirerek buna çare bulmak istedi ama yapılan hamle çok yanlıştı. Galibiyet mesajı böyle verilmez, 10 kişi kalmama rağmen maçta 2-2 iken bana galibiyet lazım demek böyle olmaz.

Hakemdi falan bir yana Fenerbahçe adına bu galibiyet mühimdi, çok zorlu bir cenderenin içinden çıktılar. Şimdi Galatasaray maçına kadar da fikstürleri rahat görünüyor. Beşiktaş ise kaynar kazan modunda, önümüzdeki günlerde çok fazla kelle kopabilir. Bir bakıma yaşadıkları geçen sezonki Galatasaray sendromu ama geçen sezon biz bu kadar erken yarıştan kopmamıştık. Ayrıca bizim de bu sezona yönelik geçen sezondan umutlarımız vardı ama olmadı. Bu yüzden Beşiktaş adına gelecek sezon umutları var demek için erken, tıpkı Fenerbahçe'yi şimdiden şampiyon ilan etmek gibi. Şunu da ekleyelim, Cüneyt Çakır bu ülkenin en değerli hakemiydi di mi? İşte Türk hakemliğinin geldiği nokta budur, bu maçta yaşananlardır.


BEŞİKTAŞ: 2 - FENERBAHÇE: 4



Stat: Fiyapı İnönü


Hakemler: Cüneyt Çakır, Bahattin Duran, Tarık Ongun


Beşiktaş: Rüştü, Ekrem, İbrahim Toraman, Ferrari, İsmail, Quaresma, Necip (Dk. 70 Aurelio), Ernst, Simao, Guti, Almeida (Dk. 87 Nobre)


Fenerbahçe: Volkan, Gökhan Gönül (Dk. 82 Bekir), Lugano, Yobo, Andre Santos, Mehmet Topuz, Selçuk, Emre (Dk. 78 Özer), Dia (Dk. 77 Cristian), Alex, Niang


Goller: Dk. 5 Necip (Kendi kalesine), Dk. 65 (Penaltıdan), 72 ve 75 Alex (Fenerbahçe), Dk. 44 Ekrem, Dk. 49 İbrahim Toraman (Beşiktaş)


Kırmızı Kart: Dk. 63 Ferrari (Beşiktaş)


Sarı Kartlar: Dk. 12 Ekrem, Dk. 30 Quaresma, Dk. 64 Rüştü, Dk. 67 Necip (Beşiktaş), Dk. 18 Andre Santos, Dk. 60 Gökhan Gönül, Dk. 84 Bekir, Dk. 87 Mehmet Topuz (Fenerbahçe)

 

Tüm Telif Hakları Sportif Cümleler 'e Aittir © 2009 -- Blogger Tarafından Desteklenmektedir