30 Haziran 2010 Çarşamba

Galatasaray' da Son Gelişmeler {Kadın Basketbol}

Kadın takımımızla ilgili uzun zamandır bir değerlendirme yazısı yazmadık. Bugün en azından gelenleri-gidenleri toplu olarak değerlendirmeye çalışalım.

İlk olarak sözleşmesini uzatan oyuncularımız Bahar Çağlar ve Tuğba Palazoğlu. Takıma yeni katılanlar ise Seimone Augustus, Sylvia Fowles, Gülşah Gümüşay, Nihan Anaz, Doneeka Hodges ve aşil tendonu kopan ve muhtemelen formamızı giyemeden yollarımızı ayıracağımız Candice Wiggins.

Ayrıca takıma katılması beklenen iki oyuncu daha var. Şu anda Milli Takım kampında bulunan Ceyda Kozluca ve Michelle Campbell yeni adıyla Melisa Can. Tabiki isimler bunlarla sınırlı değil ama bu isimler nerdeyse kesinlik kazandığı için yazdık buraya.

Takımdan ayrılan oyuncular ise taraftarın kalbinde her zaman ''Maskeli Savaşçı'' olarak yerini alacak olan Esra Şencebe, Yasemin Horasan ve bir daha yolunun Florya' ya düşmemesini temenni ettiğimiz Nilay Yiğit.

Bütün bu hamlelerin ardından kadroyu değerlendirecek olursak, her zaman en büyük sıkıntımız olarak görülen yerli sorununu çözmek için çok uğraş verdik. İlk önce Sophia' yı yerli yapmaya çalıştık ama oyuncumuz gönlünün Amerika Milli Takımı' nda oynamaktan yana olduğunu söyleyip bu teklifimizi geri çevirdi ve Tarsus Belediyesi' nde iyi işler çıkaran Michelle Campbell' ı devşirdik. Tarsus' ta takımın bir numaralı opsiyonu idi ve istatistikleri bu nedenle çok dolgun. Şüphesiz Galatasaray' da bu kadar çok top kullanma fırsatı bulamayacak ama yine de iyi verim alabileceğimizi düşünüyorum. Yerli oyuncunun ne kadar sınırlı olduğunu düşünürsek çok olumlu bir hamle olarak değerlendiriyorum bunu.

Gülşah Gümüşay' a gelirsek, kadın basketbolunda bonservis ödenerek kadroya katılan ender oyunculardan biri oldu. Henüz çok genç ve hala gelişmeye açık. Bu iş için de en uygun kişinin Ceyhun Hoca olduğunu düşünüyorum. Ceyhun Hoca ile beraber kendisini daha da geliştirip uzun yıllar bize katkı vereceğini umuyorum.

Nihan ise rotasyonda sınırlı süre bulup, takıma en iyi katkıyı vermeye çalışacak. Bu transfere normalde burun kıvırırdım am başımızda Ceyhun Hoca var, vardır O' nun bir bildiği deyip kendisine başarılar dilemek en uygunu.

Doneeka Hodges ise Bulgar pasaportu dolayısıyla Avrupa' da kadroyu genişletmek amacıyla yapılmış bir hamle olarak görüyorum. Lig maçlarında kendisini zaman zaman tribünde görebiliriz. Ama piyasada yeterince Avrupalı guard olmadığını ve o bölgeyi sadece sakatlıktan yeni dönen Işıl' a emanet etmenin bir intihar olacağını düşünerek değerlendirmeliyiz bu transferi. Aslına bakılırsa bu bölgeye bir hamle daha yapılacağını düşünüyorum ben. Bekleyip görelim bakalım.

Candice Wiggins' e gelirsek hep yakındığımız penetre eden oyuncu sorununu bir nebze olsun azaltabilecek bir oyuncuydu ama ne yazık ki kendisini formamız altında izleyemeden sezonu kapattı. Muhtemelen sözleşmesi feshedilip yeni bir hamle gelecek kulüpten.

Seimone ve Sylvia ile ilgili fikirlerimizi belirten bir yazı yazmıştık zaten daha önce. Bütün oyuncularımıza bir kez daha hoş geldin diyor, kupa kaldırdıkları bir sezon diliyoruz.

Mourinho'nun Hamleleri #1; Di Maria

Mourinho demek öncelikle başarı demek ama bu başarının gelmesi için gittiği takımlarda yeniden yapılanması şart. Kadroda bulunan bazı futbolcularla yolların ayrılması, yeni transferler falan derken Jose her zaman başarı garantisini veriyor. Yeniden yapılanmanında ilk ayağı Di Maria'nın transferiyle gerçekleşmiş oldu. Benfica'da yıldızını parlatan ve şimdilerde Arjantin'in vazgeçilmezi olan bu genç futbolcu için 25 milyon avro bonservis bedeli ödendi. Tabii Real Madrid için bu paraların bir önemi yok ama Mourinho'nun geçtiğimiz sezonun aksine, bir futbolcuya 80 milyon avro gibi bir bonservis ödetmek yerine, 5-6 futbolcuya 100 milyon avro gibi bir rakam harcatacağını düşünüyorum. Di Maria'ya gelirsek tam Real Madrid'in aradığı bir futbolcu. Geçtiğimiz sezon o Kaka'lı, Cristiano Ronaldo'lu, Higuain'li hücum hattı çok yüksek gol oranına ulaştı ama Robben'i takımdan göndermenin acısını da fena halde çektiler. Çünkü bu takımda mecburen sol açıkta Marcelo'nun oynadığını düşünürsek durumun vahimliği ortaya çıkıyor. Bu yüzden sol kanata çok etkili, C.Ronaldo, Kaka gibi isimlerin yanında sırıtmayacak bir futbolcu lazımdı. Di Maria ile de bunu aşmış oldular. Benfica da bildiğimiz Di Maria sol kanadı domine eden, hızlı ve teknik bir isimdi. Real Madrid de böylece nokta transferini gerçekleştirmiş oldu. Futbolcu ile de 6 yıllık sözleşme imzalanmış, malum 22 yaşında alınan bir isimden bahsediyoruz. Daha uzun yıllar bu isimle yola devam edilecektir.

Eldeki Önemli Repertuar; Musa Çağıran

Uğur Uçar'ın da satılmasının ardından Galatasaray sağ beki alternatif gücünü yitirmiş gibi görünebilir ama Ali Turan, Lucas Neill gibi isimlerin de sağ bek oynayabilme özelliklerini unutmamak lazım. Gerçi bu isimleri stoper olarak düşünüyoruz ve daha çok stoper olarak forma giyeceklerdir ama yine de alternatif alternatiftir. Elimizde geniş bir stoper rotasyonu var ve hala iyi bir stoper alma peşindeyiz. Bu yüzden Neill, Ali Turan gibi isimler sağ beke geçtiğinde stoper konusunda da güçsüzlük yaşamayız. Tabii sağ bek konusunda düşünürken bir futbolcumuzun daha bu bölgeye oynayabildiğini farkettim. Hatta bu futbolcu sağ bek oynamayı çok daha fazla seviyor. Bu futbolcu Musa Çağıran. Galatasaray'ın genç ve gelecek vaad eden yeni futbolcusu. Goal.com'da Musa Çağıran hakkında bilmeniz gereken 10 şeye baktığımda güzel detaylar yakaladım. Mesela futbolcunun kariyerine stoper olarak başladığını ama sonradan orta sahaya geçtiğini. Bu onun açısından çok önemli bir özellik. Günümüzün defansif orta sahaları oyunun iki yönünü oynaması kadar, farklı bölgelerde de oynayabilmeli. Musa Çağıran'ı da gerektiği zaman stoper olarak düşünebiliriz. Zaten yaşına göre fiziği de oldukça güçlü bir isim.

Ayrıca sağ bek konusu da var. Sağ bek olarakta oynayabilyor ve bu bölgede oynamayı çok daha fazla seviyor. Uğur Uçar gitti alternatifler azaldı derken Neill ve Ali Turan'a Musa Çağıran'ı da eklemek lazım. Kendisini sağ bek anlamında çok fazla izlemedim ama bu kadar iddialı olduğuna göre sağ bek olarakta başarıyla oynayabiliyor olmalı. Hazırlık kampında Musa Çağıran hakkında daha iyi bilgiler elde edebiliriz. Bakalım Rijkaard bu futbolcuyu nasıl kullanacak, bunların hepsi merak konusu. Diğer ilginç detaylar ise kendini Gerrard'a benzetmesi ve üç sezondur oynadığı profesyonel liglerde henüz kırmızı kart görmemesi. Yeni bir Ergün Penbe mi geliyor acaba diye düşünebiliriz ama üst seviyede mücadele daha sert olacaktır. Barış Özbek gibi ona buna tekme sallamadığı sürece de gereksiz kartlar görmeyeceğini düşünüyorum. Ayrıca Gerrard alınması gereken en iyi örneklerden. Musa Çağıran'ı izleyeceğim ilk günü şimdiden merakla bekliyorum.

En Büyük Hayal Kırıklığı; Cristiano Ronaldo

Dünya Kupası'nın en büyük hayal kırıklığı kim diye bahisleri şimdiden açmak lazım. Sanırım oranı en düşük isim Rooney olacaktır. Büyük patlamalar beklendiği, santraforsuz İngiltere'yi taşır dendiği Rooney yine kayıplardaydı. 2006'da sakatlık falan dendi ama 2010'da da sakatlık falan denmez inşallah. Çünkü ne sakat yıldızlar biliyorum, bu tip büyük organizasyonlarda takımlarını taşıyorlar. Rooney ise henüz bu aşamaya geçemedi ve yıllar çok hızlı ilerliyor. 2014'de 28 yaşında olacak ve futbolunun en verimli günlerini geçirecek diyebiliriz. Ama o turnuvada da kayıpları oynarsa Rooney için Milli Takım performansı tam bir loser olacak.

Rooney'den girdik ama turnuvanın en büyük hayal kırıklığı kim sorusunda benim oyum Cristiano Ronaldo'ya gider. Çünkü onun üzerinde oluşan beklentiler çok daha fazlaydı. Hatta Nike yanlış adamın peşinde söylemleri bile giderek artmaya başladı. Bu da Cristiano Ronaldo'nun Milli Takım adına ilk vukuatı değil. Benim bildiğim Ronaldo, Milli Takım'da hep böyle oynuyor ama bu kupada kötü futbol anlamıdna zirve yaptı. Hadi Rooney sorumluluk almadı, piyasada görünmedi falan ama Ronaldo her atağın peşinde, sorumluluk alıyorum adı altında takımını baltalamayla uğraşıyor. Orta sahadan bile duran topların hepsi kaleye, takım hızlı çıkıyorken pas yerine ısrarla çalım çalışmaları ve bireysel futbolun dibine vurma. Hepsi Ronaldo da mevcut. İşte bu yüzden Messi Dünya'nın en iyi futbolcusu. Çünkü her sistemde oynar, gerektiğinde takım oyuncusu olur. O da Milli Takım performansıyla eleştiriliyor, Barcelona da olduğu gibi iyi oynamıyor falan deniyor ama her zaman takımı için uğraşan, sisteme sadık kalan bir futbolcu. Bu turnuvada Tevez'in, Higuain'in damga vurduğu maçları gördük, Messi'nin göremedik ama Messi'nin oynadığı her maçta x faktörlük rolü vardı. Aslında takımın en büyük yükü sırtında ve bireysellikten bu yüzden uzak duruyor. Tabii gerektiğinde yine slalomlarını yapacaktır. Ronaldo ise sistemden uzak, bireyselliğin tam içerisinde. Takımın başında da bir Ferguson, Mourinho olmayınca ya da sistem boyuna ofansif olmayınca Ronaldo oynadığı her Milli maçta en büyük hayal kırıklığı olmaya devam eder.

İspanya 1-0 Portekiz / Paraguay 0-0 Japonya {DK Günlüğü #19}

İspanya'nın bu sistemini eleştiriyorum. Formsuz Torres'i her maç oynatmaya devam eden, kağıt üzerinde Barcelona'yı örnek alıyor diye gösterilen ama orta sahada iki ön libero ile oynayan bu sistemin iyi durumda olmadığını düşünüyorum. Buna rağmen Portekiz'i de geçerek yarı final için yolu araladılar. Bu maç oldukça ilginçti aslında. İspanya her zaman olduğu gibi pasa dayalı futbolunu yine oynadı ama ilk yarının hakimi Portekiz gibiydi. Cristiano Ronaldo'nun geçen maçlara oranla topla daha az oynaması, hücumlara balta vurmaması Portekiz adına hücum zenginliğini doğurdu. Almeida'nın da rakip savunma üzerinde etkisi İspanya'yı terletti diyebilirim. Her ne olursa olsun İspanya, İspanyalığını maçın dakikaları ilerledikçe gösterdi. Xavi ve Iniesta'nın organizasyonlarında, David Villa'nın bitirici futbolu İspanya'ya sonucu getirdi. Portekiz'un Almeida'yı oyundan çıkarması ise Portekiz'in hücum anlamında elini kolunu bağladı. Rakip ise Torres'i oyundan alıp x faktör Llorente'yi oyuna alınca hakimiyeti iyice kurdular, pozisyonlar buldular ve maçı kazandılar. Yine de İspanya adına işler mükemmel gidiyor demek güç. Euro 2008'de oynadıkları futbolla bu futbol arasında dağlar var. Yanlış orta saha tercihi, Torres ısrarı İspanya'nın başını yakabilir. Portekiz ise Cristiano Ronaldo'ya ne dese haklı. Bana göre turnuvanın en büyük hayal kırıklığı oldu.

Japonya'nın futbolunu seviyorum. Turnuvaya da oynadıkları futbolla büyük renk katmışlardı ama bu futbol Paraguay karşısında yeterli olmadı. Japonya'nın defans hattından hücum hattına kadar herkes son ana kadar mücadele ediyor, daha önemlisi teknik isimlerden oluşuyor. Tanaka dediğimiz adama resmen bayıldım. Japonya'nın Pique'si olmuş. Oyun kurması, mücadelesi, pas yeteneği, hücuma çıkması falan mükemmel. Ayrıca Japonya takım halinde iyi pas yapıyor, oyunu ellerinde tutuyorlar ve oynadıkları maçlarda da çok etkili pozisyonlar buluyorlar. Paraguay maçında da en etkili pozisyonları onlar yakaladılar, her duran top tehlike oldu ama iyi bir santraforun takımda olmaması Japonya'nın en büyük handikapı. Paraguay da oldukça güçlü bir takım, özellikle işin savunma kanadında çok iyiler, rakibi durdurmayı iyi biliyorlar ve Santa Cruz gibi bir santraforun varlığı onlar açısından büyük avantaj. Buna rağmen bu adamın santrafor oynatılmaması da ayrı bir hikaye. Kısacası kısır bir maç oldu, Japonya'nın pas oyununu yine çok beğendim, Paraguay rakibi iyi durdurdu falan derken penaltılarda Paraguay çeyrek finalist olmayı başardı. İspanya karşısında işlerini zor görüyorum ama Güney Amerika'yı da en iyi şekilde temsil ettiklerini söylemek lazım.

29 Haziran 2010 Salı

Galatasaray'da Son Gelişmeler {Erkek Basketbol}

Sınavların araya girmesiyle takımın son hamlelerini değerlendirme fırsatımız olmamıştı. Biraz rötarlı da olsa takımın son durumuyla ilgili bir yazı yazmaya çalışalım:)

En son Tutku Açık transferini konuşmuştuk. Bundan sonra üç transfer daha açıklandı. Taylor Rochestie, Melih Mahmutoğlu ve Haluk Yıldırım. İlgilenilen bazı oyunculardan da ne yazık ki sonuç alınamadı.

Öncelikle Taylor Rochestie ile başlayalım. Doğrusu oyuncuyu ismi açıklanana kadar hiç izlememiştim. Transfer açıklanınca bulduğumuz videolar, yabancı forumlardan okuduğumuz yorumlarla oyuncu hakkında fikir sahibi olmaya çalıştık. Oyuncunun en önemli özeliği olarak üç sayılık atışları gösteriliyor. Zaten oyuncu geçen sezon Almanya' daki All-Star' ın üçlük yarışması şampiyonu. Ayrıca EuroChallange' ın da Final Four MVP' si. Bu transfere çok olumlu bakıyorum. Tutku ile beraber bir numarayı iyi idare edeceklerdir. Zaten Tutku hamlesinin ardından en önemli yabancı transferini bir numaraya yapmak ne kadar doğru olurdu tartışılır.

Diğer hamlemiz Melih Mahmutoğlu' na gelirsek, mademki geleceğin takımını kuracağız diyoruz o zaman böyle hamleler çok önemli. Melih Efes Pilsen alt yapısından yetişmiş, gelecek vat eden şutörlerden. Gerçekten inanılmaz şut yeteneği var. Yapması gereken Oktay Mahmuti ile beraber diğer özelliklerini de geliştirip Galatasaray' a uzun yıllar hizmet etmek. Bu arada Melih, Ümit Milli Takımımızın şampiyon olduğu, Turgu Atakol Turnuvası' nda takımızın en iyilerindendi hatta bana göre en iyisiydi.

Son hamlemiz için ise ne yazık ki yazacak olumlu bir şey bulamıyorum. Ülker yıllarından tutun da Beşiktaş' ta tamamladığı son sezona kadar, takımımızla oynadığı maçlarda, hangi takımda olursa olsun provakatif hareketlerde bulunan, taraftarımıza küfür etme ayıbını göstermiş bir oyuncunun parçalı formayı sırtına geçirmesini istemiyorum ben. Eminim benim gibi düşünenlerin sayısı da hiç az değildir. Galatasaray başkadır. Galatasaray değerleri önemlidir. Voleybolda Ali Peçen, kadın basketbolda Nilay Yiğit ve Zafer Kalaycıoğlu... Lütfen artık bunların devamı gelmesin.

Neyse güzel bir oluşum var. Böyle şeylere fazla kafamızı takmamaya çalışalım. Tabiki transferleimiz devam edecek. Yapılabilecek yerli hamlesi çok fazla kalmadı ne yazık ki. Sertaç Şanlı ile anlaşmak istiyorduk ancak oyuncu gelmek istemesine rağmen, kulübü ile devam eden sözleşmesinin bulunması ve Faruk Akagün' ün de Sertaç' ı bırakmak istememesi bu transferin şimdilik önünü tıkamış gibi görünüyor.

Yabancı transferi ise henüz yeni başlıyor diyebiliriz. Üç-dört tane yabancı oyuncu daha takımımıza katacağız. Bu konuda tek dileğimiz, yabancılardan geçen sene aldığımız verimi alabilmek.

Caner Erkin Fenerbahçe'de

Genç, potansiyelli, teknik, hızlı ama bir o kadar da aşırı özgüvenli bir futbolcu. Zaten bu aşırı özgüveni Caner'in Galatasaray kariyerini bitiren unsur oldu. Tabii bir de ısrarla sol bek oynatılması. Aslında ben sol bek oynatılmasına karşı değildim, çünkü Rijkaard hücumcu beklerden hoşlanıyor. Transfer döneminde de yeni bir bek alınmadığından, biraz da mecburiyetten Caner Erkin o bölgede oynadı ama daha erken yaşlarda, en azından hazırlık kampında Galatasaray'la olmadığından bek performansı hiç iyi olmadı. Opsiyonunun da 3.5 milyon avro gibi bir rakam olduğu düşünüldüğünde Galatasaray bu transferi gerçekleştirmedi. CSKA'da mutsuz olan Caner Erkin'in ise mutlaka Türkiye yollarına düşeceğini tahmin ediyordum ve beklediğim gibi oldu. Futbolcu Fenerbahçe ile anlaşmaya vardı ve gelecek sezon Fenerbahçe formasını giyecek.

Dediğim gibi bu adamın bek performansı hiç iç açıcı değil. Bundan sonra da bek olarak oynayabileceğini düşünmüyorum. Vederson'un takımdan ayrıldığını düşündüğümüzde onun yerine gelen bir isim gibi görünebilir ama Aykut Kocaman, Caner Erkin'i Stoch'un alternatifi olarak transfer etti. Aykut Kocaman'ın oyun felsefesi pasa dayalı, tempolu bir futbol. Stoch da bu sisteme uyan bir futbolcu. Böyle isimleri transfer ettiğinizde alternatiflerini de aynı tarz futbolculardan yaratmak lazım. Bu açıdan çok isabetli bir transfer olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda o bölgede Uğur Boral'ın da olması kadroda derinlik yaratıyor. Tabii Uğur Boral'ın da sol bek özelliklerinin Caner Erkin'in çok üzerinde olduğunu söylemek lazım. Bir de Caner Erkin kendini emanet edebileceği en iyi teknik adamlardan birisiyle çalışacak. Aykut Kocaman'ın Caner'in gelişimi açısından önemli bir isim olduğunu düşünüyorum. Ama geçtiğimiz sezon yaptıklarını bu sezon da tekrarlarsa Caner Erkin'i de kayıp yıldızlar statüsünde değerlendirebiliriz.

Ekol Olmaya Giden Yol

Barcelona günümüzün en büyük ekolü durumunda. Oynadıkları uzay futbolu, Messi gibi bir yıldızın bu takımda oynaması da ekol olma yolunda büyük değerler ama Barcelona altyapısı senelerdir Dünya futboluna örnek olur cinsten. Cruyff'un gerek futbolculuk, gerekse teknik adamlık hayatında kattığı değerler bugün Barcelona'yı ayakta tutuyor ve bütün Dünya'nın onları ilgiyle izlemesini sağlıyor. Bu yüzden de futbol anlamında dillerde en çok dolaşan şey ''biz de Barcelona olmalıyız'' sözüdür. Özellikle de Galatasaray, Fenerbahçe açısından bu örnekler çok veriliyor. Mesela Aykut Kocaman göreve geldikten sonra söylenen ''Kadıköy'de Barcelona yaratacak'' sözüdür. Galatasaray da Rijkaard'ı göreve getirdikten sonra Barcelona örneğiyle yatar kalkar olduk ama hem bizim hem de Fenerbahçe için söyleyebileceğim tek şey Barcelona değil Real Madrid gibi yola devam ettikleridir. Yani sürekli teknik adam değiştirmek, bol keseden paralar harcamak, transfer çılgınlıkları falan. Barcelona da transfer yapıyor diyebilirsiniz ama onlar sistem dahilinde transferler yapıyorlar. Elbette inanılmaz paralar da harcıyorlar, en son David Villa örneğinde gördüğümüz gibi. Hatta transferde hata da yapıyorlar ama bir sistem var.

Özellikle de altyapı konusu. İşte Barcelona'nın bu durum temel direği. Altyapıdan çıkan futbolcular bugün o uzay futbolunun temelini oluşturuyor. Doğru sistemi bulduğun zaman bunu alttan gelen isimlere aşılaman, bu sistemi en alt kademeden başlatman lazım. Bu yüzden güçlü altyapısı olan takımlar her zaman kazanır. Bursaspor'dan yola çıkabiliriz. Harika bir futbol şehri, sinerji mükemmel falan... Bunların hepsi mükemmel ama Bursaspor'un temelini güçlü altyapısı oluşturuyor. Zaten bu altyapı sayesinde, Anadolu'dan Trabzonspor dışında bir şampiyon çıkacaksa bu Bursaspor olacak deniliyordu. Aynı şekilde Bucaspor'da bu yolda ilerliyor. Tabii onların arkasında Bursa gibi bir şehir profili yok, taraftar sayıları da pek fazla yok ama Bucaspor'un son yıllarda geldiği nokta inanılmaz. Herkes bu takımın futbol akademisini konuşur oldu. Bu sistemi yerleştirdikten sonra da başarının gelmesi kaçınılmaz oluyor.

Günümüzde ise üç büyüklerin en büyük gururu, gerçekleştirdikleri büyük transferlerden sonra onları havaalanlarında coşkudan öte {tanımını siz yapın} birşeyle karşılamak oldu. Sanki o an havaalanlarını kapatmışlar gibi, başka insanları falan düşünmeden {kulüp yönetimlerinin organizasyonları} karşılıyorlar. Başarılı olursa ne ala ama olası başarısızlıkta da, gelirken oluşan coşku bir anda öfkeli kalabalık olarak yer değiştiriyor. Büyük transfer güzel, elbette bu tip transferler lazım. Takıma ihtiyaçtan öte, bir heyecan getirmek ve forma, t-shirt vb. gibi olayların satışı açısından da önemli ama takımların en büyük gururu, diğer ekiplere hava atma vesilesi olmamalı. Bunu Galatasaray iki sezondur yaşıyor. Çok büyük transferler yapıyoruz, bu transferlerin ardından da vizyondan bahsediyoruz ama henüz ortada başarı yok. Jo transferini oturup düşünelim ama uzun uzun yazmayalım. Zaten İlhan İrem'in dediği gibi Olanlar Olmuş.

Dediğim gibi üç büyükler, hatta buna son yıllarda Trabzonspor'u da katarak dört büyükler zaten kadrolarını transfere dayalı bir şekilde oluşturuyorlar. Trabzonspor'u da eklememin sebebi onlar da bu trende son yıllarda uymaya başladılar. Benim bildiğim Trabzonspor en büyük başarılarını alttan gelen futbolcularıyla kazandı. Ama şu sıralar oluşan görüntü iyi değil. Umarım Şenol Güneş bu düzeni yeniden eski haline getirecektir diyelim. Konuya dönersek yaz döneminde girişilen transfer yarışı da artık kendi kendisine bir lig konumunu aldı. Sezon öncesinde transferin yıldızlarını konuşuyoruz. Geçtiğimiz sezon Haldun Üstünel, bu sezon Serdar Adalı gibi. Ama kimse altyapısından çıkan bir futbolcuyla gurur duymaz oldu, altyapıyla konuşulur olmuyor. Umarım bu düzen tekrar eskisi gibi olur. Futbol endüstrisinden kaçmak elbette olmaz, bu düzende var olmak için olmazsa olmaz unsur ama takımlar köklerini unutmamalı. En üzüldüğüm nokta ise eskiden altyapıdan şu futbolcuyu çıkardık, şu adam gümdür gümbür geliyor denilen Galatasaray'ın kaybolmaya yüz tutmuş altyapısıdır. Bu konuya da yarın uzun uzun değineceğim.

Heinze'nin Hücum Tokatı


Heinze'nin kamera kafasına çarptıktan sonra oluşan surat ifadesi ve kameraya attığı hücum tokatı inanılmaz...

Brezilya 3-0 Şili / Hollanda 2-1 Slovakya {DK Günlüğü #18}

Şili'nin riskli ama keyif veren futbolunu çok seviyordum. Hondruas ve İsviçre karşısında harika maçlar çıkardılar, müthiş gol pozisyonları yakaladılar, bizleri futbola doyurdular ama dikkatimi çeken sistemi oturmuş, güçlü ekipler karşısında etkisiz kalmalarıydı. Futbollarında asla ödün vermemeleri, rakip kim olursa olsun aynı düzende oynamaları onların artı noktası ama bu artı nokta İspanya karşısında etkili olmadığı gibi, Brezilya karşısında hiç olmadı. Brezilya'nın oyun anlayışı malum. Samba rüzgarlarıyla, Avrupa'da yeni akım olan defansif ağırlığı harmanlayarak yollarına devam ediyorlar ve şu ana kadar oldukça başarılılar. Hücumda inanılmaz yetenekler, bekler hücumcu ve orta saha & defans & kaleci oldukça güven veriyor. Belki bu futbol bildiğimiz Brezilya'nın oldukça uzaklarında ama başarıya gidebilecek bir sistem. Şili karşısında da yine bildiğimiz futbollarını oynadılar, istedikleri skoru aldıklarında da Şili'nin zaten riskli olan futbolu daha da risklendi ve samba rüzgarlarını estirdiler. Özellikle Maicon ve Bastos bu sistemin çok önemli iki parçası. Hücumcu beklerin performansı, Brezilya'nın hücum anlamında neler yapacağını belirliyor. Bu maçta da önce rakibi durdurdular, onların o hücumcu yanlarının hızını kestiler ve bu maçta fark yaratmaları pek uzun sürmedi.

Robben'den sonra Hollanda ise farklı bir kimliğe bürünüyor. Robben'siz oynadıkları 4-2-3-1 oldukça keyifsiz bir futbol ortaya koyuyordu. Brezilya, Almanya gibi onlar da alışık olduğumuz düzenlerinden uzak oynuyorlar ama sonuca gitmesini de iyi biliyorlar. Robben'in takıma katılması öncelikle Hollanda'nın özgüvenini bir adım daha yukarıya taşıdı, sonra ise hücum hattını asıl olması gereken düzene getirdi. Formsuz olan Van Der Vaart kulübeye geldi, Kuyt sol taraftan sağ tarafa geçti ve Sneijder'in etki alanı daha da arttı. Bu takımın da en önemli silahi hücumcuları olduğuna göre doğru sistemde keyifli bir futbol da oynadılar. Slovakya ise turnuvanın sürpriz ekiplerinden birisi oldu. Yeni Zelanda ve Paraguay karşısında neredeyse sahada yoktular ama İtalya maçında inanılmaz bir futbol oynadılar. Buna rağmen o maçın da son 20 dakikasına baktığımızda İtalya iki farklı mağlubiyetten beraberliği bulabilirdi. Çok değişken bir takımlardı ve bu değişkenliği bu maçta da gösterdiler. Maç 2-0 olana kadar ortada yoktular ama 2-0'dan sonra biz bu maçı kazanabilir mişiz moduna geldiler. Son 10 dakika rakip kalede oldukça etkili oldular, hücum organizasyonları harika işledi ama dediğim gibi çok geç uyanmaları onların işini bitirdi. Ama şunu da eklemek lazım, Robben oyundan çıktıktan sonra Hollanda yine duruldu. Sanırım bu unsurda Brezilya karşısında en büyük handikapları olacak.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Messi'den Riquelme Yaratmak

Barcelona'daki sistem malum. Defansta oynayan isimler bile inanılmaz teknik futbolcular ve orta sahanın da teknik özellikleriyle birleşince hücüm üçlüsü inanılmaz rahatlıyor, ekstra işler yapmaya gerek durmuyorlar. Messi de bunun nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyor. Barcelona'daki sistem sanki Messi için kurulmuş, onu uçurmaya yönelik bir sistem gibi. Xavi ve Iniesta'lı orta saha oyunun iki yönünde hakim. Ayrıca sol tarafta oynayan Henry ve santrafor Ibrahimoviç, Messi'nin aradığı tarzda bir futbolcu. Bu döngü de Messi'nin futbol sanatçılığını daha da parlatıyor. Arjantin'e geldiğimizde ise Messi'den beklentiler daha farklı. Orada Barcelona'da olduğu gibi bir orta saha yok. Orta sahanın hücumculara inanılmaz destek verdiğini ya da rakiple inanılmaz boğuştuğunu falan söyleyemeyiz. Böyle olunca da herkes Messi'nin ayağına bakıyor. Messi alsın takımı taşısın, sürüklesin, zamanında Maradona'nın yaptıklarını yapsın, tabii bunların yanında savunmaya da yardım etsin. Bu durumda da Messi'den Messi özelliklerini pek göremiyoruz. Sanki Riquelme Milli Takım'a geri çağrılmış Messi'nin bedenine girmiş gibi. Çünkü Maradona'nın da beklentisi zamanında Riquelme'nin yaptıklarını Messi'nin yapmasıdır. Messi de forvet arkasında oynadığı sürece, takımın beyni misali kaldığı sürece takım futbolcusu gibi ön plana çıktığı maç sayısı oldukça az olacaktır.

Buna karşılık Tevez ve Higuain'in ön plana çıktığı, takımı sürüklediği maçları görüyoruz. Messi ise henüz tam anlamıyla ortaya çıkamadı. Bana göre Maradona bu futbolcuyu yanlış yerde kullanıyor ama hepsinden önce sistem, özellikle de futbolcu tercihleri yanlış. Orta sahaya baktığımda göbekte Mascherano ve bu futbolcunun iki yanında Di Maria, Maxi Rodriguez ikilisini görüyoruz. Di Maria da Maxi de normalde kanatlarda etkili olan isimler ama üçlü orta sahanın kanatları gibi oynadıklarından, onlardan defansif katkı da verdiklerinden beklenen performanstan uzaklar. Veron'un da bu kadar fazla ön plana çıkması zaten bu yüzden. Sistem tam ona göre ve hücumcuları paslarıyla besleyebilecek yegane futbolcu gibi. Ayrıca orta sahaya getirdiği liderlik, oyunun iki yönünü oynaması da Arjantin'in elini daha da rahatlatıyor. Böyle olunca Messi'nin de daha fazla ön plana çıktığını görüyoruz. Ama bu sistemde Messi mi Maradona mı tartışmaları çok yapılır, sonucu da sürekli Maradona çıkar diyorum.

Tevez'in, Tevez Olduğunu Hatırladığı An


Bana göre şu ana kadar turnuvada atılmış en güzel gol. Tevez'den böyle bir patlama bekliyordum ve beklediğim patlama gerçekleşti. Grup maçlarında daha etkisiz, fazla ön plana çıkmayan bir Tevez izledik. Meksika karşısında ise daha istekli, savaşan bir Tevez vardı. Bu arada turnuva başında da gol krallığı için favorimi Tevez olarak belirlemiştim ama bu golle zaten benim gönlümde yeniden kral olmayı başardı. Dönüşü, gelişine o topa öyle vurabilmesi gerçekten çok az sayıda futbolcunun yapabileceği özellikte bir hareket.

Santraforsuzluk, Kalecisizlik, Lidersizlik

1966'dan bu yana Dünya Kupası'nı kazanmaya hasret bir ekipten bahsediyoruz. Üstelik bu ülkenin adı İngiltere. Bu yüzden yılların getirdiği kazanma arzusu, kupa hasreti hat safhada. Başarı arzusu da öncelikle beklentileri her sene biraz daha büyütüyor, hatta bu yolda bazı tabular yıkılıyor. Ama bir türlü başarı gelmiyor. Üstelik beklentilerin bu şampiyonada daha da büyük olduğunu söylemek lazım. Takımın başında Capello var, çok iyi bir kadro elde bulunduruluyor, elemeler rahat geçilmiş falan derken İngiltere'nin bu Dünya Kupası için en büyük adaylardan birisi olduğu konuşuluyordu. Buna rağmen takım içi bazı eksiklikler Capello'nun elini kolunu bağladı ve ortaya öncelikle kötü, temposuz bir futbol, sonrasında ise başarısızlık geldi. Bunu da dört temelde bağlamak mümkün. Yaşanan liderlik krizi, santraforsuzluk, kalecisizlik ve Premier Lig'in yarattığı ağır tempo.

Önce liderlik mevzusuyla başlayalım. Beckham'ın kaptanlığı bırakmasının ardından Terry İngiltere'nin yeni kaptanı olmuştu ve bir süre bu böyle devam etti. Terry dediğimiz adam lider özellikleri üst seviyede olan bir futbolcu. Kaptanlığına asla laf söylememek lazım ama karakter anlamında yaşanan Bridge mevzusunda sınıfta kaldı ve kaptanlık Ferdinand'a geçti. Bridge de bu arada Terry olduğu sürece Milli Takım'da oynamayacağını açıkladı. Kaptanlık Ferdinand'a geçti ama onun da yaşadığı sakatlıktan sonra yeni kaptan Gerrard oldu ama beklenen etki yaratılmadı gibi. Çünkü takım içerisinde kim lider onu bile anlayamadım. Kenarda Ferdinand ve Beckham oturuyor, Terry oynuyor falan derken çok karışık bir döngüye girildi. Üstelik Gerrard zaten hiç oynamaması gereken bir mevkide oynuyor, bu tip sorunlarla uğraşırken bir de böyle büyük bir şampiyonada sorumluluğu ele alması İngiltere açısından iyi bir durum olmadı.

Santraforsuzluk büyük bir sorun, hem de uzun yıllardan bu yana. 2006 Dünya Kupası'nı hatırlıyorumda Rooney sakattı falan derken takım formsuz Owen'a kalmıştı. Onun da formsuzluğunu devam ettirmesi santrafor anlamında İngiltere'de kriz yaşattı. 2010 kadrosuna da baktığımızda Rooney dışında elle tutulur bir santrafor yok. Rooney'in çok iyi bir sezon geçirdi ama sezonun sonlarına doğru sakatlıklar falan derken form durumu düştü ve Dünya Kupası'na da iyi durumda gelmedi. Ayrıca onun üzerinde de beklentilerin büyük olması, artık herkesin bir patlama yaşamasını beklemesi falan Rooney'i turnuvanın en büyük hayal kırıklığı yaptı. Rooney'in de kötü olduğu bir takım malesef iyi durumda olmuyor. Çünkü bütün sistem onun üzerine kurulmuş, herkes onun takımı kurtarmasını bekliyor. Hadi Rooney'i geçtim hala Heskey kadroda, Crouch ve Defoe'de beklentilerin aşağısında. Böyle olunca İngiltere'nin gol atmayı geçtim pozisyon bulmasını beklemek bile imkansız hale geliyor. Üstelik forvet arkası oynayan, hücumculara pozisyon hazırlamaya çalışan futbolcunun Gerrard olduğunu düşününce.

Kaleci mevzusu ise santrafordan daha eski yıllara dayanıyor. Benim bildiğim Seaman vardı ve bu kaleciyle gittikleri yere kadar gittiler. Adam artık 40 yaşına falan gelince Milli Takım'ı bıraktı ve o günden bu yana İngiltere iyi kaleciler yetiştiremiyor. Hala David James'den birşeyler bekleyen bir takımdan bahsediyoruz ve bu takım şampiyonluğun en büyük adayı oluyor. Gerçekten bu çok güç. Bu tip şampiyonalarda kalecinin çok büyük bir önemi var ve iyi bir kalecisi olmayan takımların işi çok zor. İngiltere de bu şampiyonada bu zorlukları fazlasıyla yaşadı. Önce Green denendi, olmadı sonrasında tecrübe dendi David James ile turnuva bitirildi ama ondan da maç kurtatacak bir performans gelmedi. Ayrıca Premier Lig'e baktığımda büyük takımların kalecileri genelde yabancı isimlerden oluşuyor. Bu da İngiltere'nin yaşadığı kaleci kaosunda çok büyük bir etken.

İngiltere'nin kadrosunda bulunan bütün futbolcular Premier Lig'den seçilmiş. Adamlar da haklı, Dünya'nın en kaliteli ligi kabul edilen bir ligden ayrılıp ne yapsınlar. Bu aslında İngiltere için çok büyük bir avantaj, çünkü bütün futbolcular aynı felsefe içerisinde mücadele ediyorlar. Ama Premier Lig'in çok ağır bir temposu var. Torres'in eğer bu ligde biraz daha kalırsam sağlığımdan olabilirim açıklamaları hala aklımda. Yorucu bir sezonunda ardından bu şampiyonaya katılmak gerçekten büyük bir eziyet olmalı. Premier Lig endüstriyel futbolun göbeğinde oturuyor ve bu endüstriyel hareket İngiltere Milli Takım'ının önünde en önemli engel.

Çipli Futbol Topuna Doğru

Teknolojinin birgün insan hayatını tamamen ele geçireceği bir gerçek. Hatta Matrix'in bile gerçek olacağına inananlardanım. Elimizde de şu günlerde sadece futbol kaldı ve teknolojinin onu da ele geçirmesi yakın. Almanya - İngiltere maçında da bu golün verilmemesi teknolojiyi bir adım daha öne çıkartmış durumda. Büyük ihtimalle çipli top dedikleri olay piyasaya çıkacaktır, ondan sonra da görüntüye göre hakemin karar vermesi. Yani hatanın oranı en aza inecek ve insani unsurlar azalacak. Ama bu gol de görünmeyecek gibi değil be kardeşim! Çizgiye çarptı tartışmalarını anlarım ama bariz golden öte birşey bu. Eğer maç 2-1 bitseydi olay bu kadar kolay bitmeyecekti.

Almanya 4-1 İngiltere / Arjantin 3-1 Meksika {DK Günlüğü #17}

Avrupa derbisi diyebileceğimiz nitelikte bir karşılaşma. Almanya ve İngiltere'nin uzun yıllara dayanan bir ezeli rekabeti var. Ama 1966'dan bu yana da Almanya'nın ezici bir üstünlüğü. Gerek oynadıkları karşılaşmalarda, gerekse büyük şampiyonalarda gösterilen başarılarda. Böyle bir ortamda maçın mücadeleci, gergin geçmesi beklenen durumdu. Bu beklenen mücadeleyi ise pek görebildiğimizi söyleyemem. Sistemi oturmuş, hücum hattı makine gibi işleyen Almanya'nın İngiltere karşısında rahat skora kavuşması çabuk sürmedi. İngiltere ise geri dönüşü iyi yaptı, Lampard'ın verilmeyen golü derken oyun o dakika koptu. İngiltere'nin üzerinde bulunan psikolojik baskının üzerine bir de verilmeyen golün moral bozukluğu eklenince Almanya ikinci yarıda oyunu daha da rahat oynadı. İngiltere'nin zaten gol atmaya hali yok. Rooney'i bulabilene aşkolsun, sadece Lampard, Gerrard gibi isimlerin ekstradan yaratacağı pozisyonlara bakıyorlar veya duran toplar onlar açısından büyük avantaj oluyor. Almanya ise sistemini oturtmuş bir takım. Turnuvanın başından bu yana 4-2-3-1'i harika uyguluyorlar ve Podolski & Mesut Özil & Müller üçlüsü gününde olduğunda onlar açısından skor bulmak kolay. İngiltere'nin ise güçsüz hücum hattına, savunma futbolcularının da kafa olarak ortalarda olmaması eklenince Almanya farklı bir skor aldı.

Arjantin ve Meksika denince bu turnuvada aklıma seyir zevki yüksek futbol ve güçlü hücum hatları geliyor. Her iki takımında kendine göre güçlü hücum hatları var ama kadro kalitesini elinde bulunduran taraf turnuvada daha ileriye gidiyor. Nitekim Arjantin'in de Meksiya'ya oranla güçlü bir kadrosu var. Buna rağmen Arjantin'in sıkıntısı belli. Savunmada beklenmedik hatalar yapabiliyorlar, orta sahası yanlış kurgulanmış ama Tevez, Messi ve Higuain gibi bir üçlüye sahip olması Arjantin'i Arjantin yapıyor. Bu maçta da hızlı giren, rakip savunmanın eksiklerini iyi değerlendirmeye çalışan taraf Meksika oldu ama Tevez'in ofsayt golüyle beraber moral açısından düştüler. Sonra ise Arjantin'in sürüklediği bir futbol izledik ve 3-0'a ulaşmaları pek zor olmadı. Özellikle Tevez'in turnuvanın en iyi maçını çıkarması, Tevez olduğunu hatırlaması Arjantin'in en büyük kozu oldu. Meksika ise yaşlı bir takım. Tecrübeli futbolcuları çok sayıda ama hızlı ekipler karşısında zorlanıyorlar. Özellikle savunma konusunda onlarda büyük sıkıntılar yaşıyor, bu sıkıntıları güçlü hücumcular ile çözmeye çalışıyorlardı. Arjantin karşısında ise savunmayı ayakta tutabilmek gerçekten zor. Çok fazla pozisyon hataları, kademe hataları gelince daha farklı bir maç bizleri bekliyor olabilirdi. Ayrıca 1-0'dan sonra moral açısından düşmeleri, hücumcuların bal yapmayan arı misali oynaması ve umudu sadece Salcido'nun uzaktan şutlarına bağlamaları işlerini bitirdi. Herşeye rağmen Meksika turnuvaya büyük bir keyif verdi, kendilerini kutlamak lazım.

27 Haziran 2010 Pazar

Galatasaray 2009-2010 Günah Çıkarma #5

De Sanctis'i nasıl bilirdik? Galatasaray'da oynadığı dönemi değerlendirirsem ben ortalama bir kaleci olarak bilirdim. İyi bir kaleciydi ama Sevilla'da yedek kaldığı bir sezonun ardından Galatasaray'a geldiğinde fazla oynamamasının dezavantajlarını yaşadı. Bazı maçlarda inanılmaz toplar çıkararak kalitesini ortaya koydu, bazı maçlarda da yediği olmadık goller saç baş yoldurttu. Bu yüzden De Sanctis'in opsiyon hakkının kullanılmamasını fazla eleştirmem. Taa ki yerine gelen kalecinin Leo Franco olduğunu söyleyene kadar...

Gelen gideni aratırmış derler. Leo Franco da De Sanctis'i bizlere fazlasıyla arattı. Bonservisinin elinde olması, Atletico Madrid kariyeri falan avantajdı ama bu kaleciyi ne kadar izledik ve hangi özelliklerini düşünerek transfer ettik bilmiyorum. Eğer kalecinin de oyun kurması olayına girersek transferin Rijkaard'ın isteği doğrultusunda olduğu ortaya çıkar. Ama Bülent Korkmaz takımın başındayken bu transfer kesinleşti. Ayrıca maç içerisinde Leo Franco'nun oyun kurma olayını falan da hiç göremedim. Hadi bu özellik ekstra bir yön ama kalecinin yapması gereken esas şeyleri de kendisinde yaşayamadık. Maç kazandırmadı, çıkardığı herhangi bir top sonrasında vay anasını dedirtmedi, buna rağmen yediği gollerle kafalarımızı duvarlara vurdurdu. Hatta bana eski Nezihi Baloğlu, Hayrettin Demirbaş'lı günlere geri döndürdü. İşte bu yüzden son derece kötü bir kaleci transfer ettik ve daha büyük bir hata bu kalecinin üzerinde fazla durulması oldu. Şimdilerde de kendisinden kulüp bulmasını bekliyoruz ama bizde aldığı paraya acaba hangi takımdan alabilir?

Leo Franco konusunda hata yapıldı ama Ufuk Ceylan transferinde de bir o kadar doğru hamle gerçekleşti. İşte hata zaten bu yönde. Ufuk Ceylan potansiyeli itibariyle çok kaliteli bir kaleci ama onu bir sezon boyunca yedek bile oturtmadık. Ufuk Ceylan'ı geçtim, Aykut Erçetin'in bile Leo Franco'dan fazlası var. Ama o da sezonun sonlarına doğru kaleyi devraldı, yine de güven veremedi. Bu yüzden eğer Julio Cesar, Buffon'u falan almayacaksak Ufuk Ceylan'la yola devam etmek en iyisi. Bu adam Ümit Milli Takımın kalesini koruyorken, Onur Recep Kıvrak kendisinin yedeğiydi. Onur Kıvrak'a şimdi güvenildiğinde ise hangi noktaya geldiği görüldü. Umarım Ufuk Ceylan konusunda da bu uygulamaya gidilir ve uzun yıllar kaleyi devredebileceğimiz bir kalecimiz olur.

O da Geldi Geçti {Richard Kingson}

Aslında Faruk Gürsoy mu demeliyim bilmiyorum. Bir ara gelen yabancı isimleri Türkleştirmek modaydı. Tabii bu yabancı futbolculara da o dönemin bazı yöneticilerinin soyadları veriliyordu. Mesela Vederson'un Türk pasaportunda adı Gökçek'tir. Gökçek de o dönemin Ankaraspor onursal başkanı Melih Gökçek'ten geliyor. Aynı şekilde Kingston'da adını Ergun Gürsoy'dan almıştı. 1996 yılında Kingston ve 7 arkadaşı Galatasaray'a denenmek üzere gelmişlerdi. Bu futbolcuların içinde de Appiah'ın bulunduğunu söylemek lazım. Denendiler falan derken o isimlerden hemen hemen hepsi geri gönderildi ama Kingston Galatasaray'da kalmıştı. Kalmıştı ama Galatasaray formasını en az giyen ama bir o kadar uzun yıllarda sözleşmeli takımda kalan bir isim oldu. Belki de bu bir rekordur, araştırmak lazım.

Galatasaray'la sözleşme imzaladıktan sonra sırayla Sakaryaspor, Göztepe, Antalyaspor, Elazığspor ve Ankaraspor'da kiralık olarak forma giydi. Ancak 2004/2005 sezonunda takıma dönebildi ama o da ligin son maçında forma giyebildi. Galatasaray'da da forma giydiği ilk ve son maç bu olmuştur. Sonrasında Ankaraspor'a geri döndü, iki sezon burada kaldı derken askerlik mevzuları falan çıktı ve resmen Türkiye'den kaçmak zorunda kaldı. Ama asıl çıkışını Türkiye'den ayrıldıktan sonra yaptı diye düşünüyorum. Önce Hammarby'e kiralık gitti, sonra Premier Lig'e kapağı atarak Birmingham City ve Wigan Athletic formasını giydi. Hala da Wigan'da forma giyiyor ama takımın birinci tercihi değil. Buna rağmen yıllardır istikrarlı bir şekilde Gana Milli Takımı'nın kalesini koruyor ve bugün takımı çeyrek finale çıkarken onun da payının çok büyük olduğunu düşünüyorum. 31 yaşına gelince ancak kendisini gösterebildi ama biraz da bu Dünya Kupası'nın tılsımından kaynaklanıyor. Bu kupa en ölü adamı bile mezardan kaldırıp, piyasa yaptırır. Bu turnuvadan sonra Kingston'un Wigan'da daha fazla yedek kalacağını düşünmüyorum, mutlaka transfer yapacaktır ve kendini yeniden gösterme şansı arayacak. Kingston'u da izledikçe yüzümüzde hafif bir tebessüm oluşmuyor değil hani.

Halil Altıntop, Baros'a Uygun Partner Mi?

Transferin bir de santrafor boyutu var. Daha önceden de yazdık. Geçtiğimiz sezona sadece iki santraforla giren Galatasaray büyük kumar oynamıştı ve kumarı kaybetti. Bu sezona ise santrafor alternatiflerini arttırarak girmek zorundaydık ve Mehmet Batdal transferi ile birinci adımı attık. Ama gelen santraforların da öncelikle yerli, sonra kaliteli olması gerekiyor. Yerli olması lazım çünkü gelen isimler Baros'un arkasında yedek bekleyecek. +2+2'li kontenjanlar falan var ama Baros'un arkasında kaliteli bir yabancı santraforu oturtmak çok lüks olabilir. Genç bir isim alsan ise bu sefer başka sorunlar ortaya çıkar. Bu yüzden yerli isimlere yönelmek lazımdı ve Mehmet Batdal güzel bir adım oldu. Uzun boylu, teknik, potansiyelli bir isim. Farklı özellikleri de var. Bu yüzden maç içerisinde ona ihtiyaç duyulacak zamanlar olacak. Buna rağmen Baros & Nonda ikilisini düşününce, Baros & Mehmet Batdal ikilisi o kaliteye erişemiyor. Bunu göz önüne alınca kaliteli bir yerli isim daha almak lazım. Piyasaya da baktığımızda çok fazla yerli santrafor göremiyoruz. Mustafa Pektemek deniyor ama pahalı, bir de akıllara Semih Şentürk geliyor. Onu da transfer etme ihtimali oldukça düşük.

Bütün bunlara bakınca Halil Altıntop Galatasaray adına biçilmiş bir kaftan. Onun da transfer olma ihtimalini daha önce blogda yazmıştık. Uzun zamandır gündemde, görüşmeler sürüyor ve futbolcunun bonservisinin elinde olması en büyük avantaj. Dezavantaj ise yurtdışında oynayan kaliteli yerli futbolcuları Türkiye'ye getirmeye çalışınca istedikleri yıllık ücretler. Mesela Halil Altıntop, Frankfurt'da kalsa yıllık 500 bin avro gibi bir rakama razı olabilecekken, Galatasaray ile pazarlığı 2.5 milyon avro'dan açabiliyor. Ama bu şartlarda yapacak fazla birşey de yok. Mutlaka yerli bir santrafor transfer etmek lazım ve Halil Altıntop da Galatasaray için çok uygun bir isim. Ayağında top tutan, teknik, hava toplarında iyi olan, gol vuruşu olan iyi bir santrafor. Alır bizi uçurur, inanılmaz bir isim falan diyemeyiz ama Türkiye şartlarında da yıldız olur. Sadece santrafor oynamaktan ziyade, top tekniği sayesinde ileri üçlünün kanatlarında falan da oynayabilmesi onun en büyük avantajı ve bizim sistemimize uyan bir isim olduğunun göstergesi. Tabii bu transfer gerçekleşirse daha detaylı konuşuruz, şimdilik burada bırakalım.

Rafael Marquez & Galatasaray

"Bu sezon çok fazla oynamayadım. Dünya Kupası'nın ardından teknik direktörümüz Guardiola ile bir görüşme yapacağım. Bu görüşme neticesinde Barcelona'daki geleceğim kesinleşecek. Ancak şunu söylemeliyim ki daha önemli bir rol üstlenebileceğim bir takıma gitmek istiyorum. Umarım kararıma saygı duyarlar"

Barcelona'nın 2003/2004 sezonunda başlattığı yapılanmanın en önemli parçalarından birisi Marquez transferi olmuştu. Monaco'dan transfer edilen bu futbolcu Barcelona'nın bugünlerde oynadığı uzay futbolunun gelişmesinde önemli bir yer tuttu. Stoper olmasına rağmen top tekniği, pas yeteneği, şut özelliği gibi ekstra yetenekleri var. Zaten bu yüzden Barcelona'nın bu sistemi içerisinde de önemli bir yer tutuyordu. Ama yaş ilerledikçe ve Pique piyasaya çıktığında bir bakıma Marquez'in de papucu dama atıldı. Yine de Barcelona'nın rotasyonu açısından çok önemli bir isim, hatta geçtiğimiz sezonun devre arasında sözleşmesini de uzattı ama Marquez daha fazla oynamak istiyor. Tecrübesinin en zirve noktasındayken daha fazla sorumluluk almak istemesi oldukça doğal. Bu yüzden Marquez'in Barcelona'dan ayrılmasına kesin gözüyle bakıyorum.

Marquez ise Galatasaray için bir rüya. Popescu'nun bizlerde bıraktığı tad sayesinde yıllarca ayağı top yapan stoper aradık durdur. De Boer'den, Meira'ya kadar denemeler de yapıldı ama bir türlü başarı gelmedi. Ancak Neill'in yarım devrede gösterdiği performans bizleri oldukça mutlu etti. Buna rağmen Rijkaard'ın sistemini düşündüğümüzde iki stoperin de top tekniğinin yüksek olması gerekiyor. Geriden iyi oyun kurabilirsek, yaratılmak istenilen pas organizasyonu daha iyi olacak. Bu yüzden de onca stoperin arasından Hakan Balta'nın son maçlarda stoper olduğunu gördük. Ama o da yetersiz, mutlaka bir stoper daha ihtiyacı var. Takımın başında da Rijkaard olduğundan Marquez'in akıllara gelmesi en doğal durum oluyor. Bonservis veya yıllık ücret konusunda asla sorunlar yaşanmayacaktır ama burada önemli olan Barcelona'nın Marquez'den vazgeçip vazgeçmeyeceği ve Marquez'in diğer taliplerinin kimler olacağı. Haberde Juventus'un da ilgilendiği yazıyor ama Marquez sorumluluk istiyor. Bu yüzden Galatasaray'a transferini daha ihtimal dahilinde görüyorum.

Gana 2-1 ABD / Uruguay 2-1 G.Kore {DK Günlüğü #16}

Tipik bir güç gösterisi, yenen için sevindiğimiz, yenilen için üzüldüğümüz bir maç. Kalite anlamında bilmem ama futbol anlamında bu iki takımı da oldukça beğeniyordum. Gana, fizik gücün futbolda önemini temsil eden ABD ise başarıya aç olan bir ekolün temsilcisi gibiydi. Böyle bir ortamda da ortaya mücadele gücü yüksek bir karşılaşma ortaya çıktı. İlk yarıda Gana'nın, ikinci yarıda ise ABD'nin iyi futbolu vardı. Gana'nın golü erken bulması aslında ABD adına büyük bir şok oldu. Nitekim henüz 30. dakikada oyuncu değişikliğiyle bu şoku atlatmaya çalıştılar ama ilk yarının sonuna kadar bu durum çözülmedi. Gana hızlı oyuncularıyla ABD'nin üzerinde kabus olmaya niyetliydi. Ama ikinci yarıya geldiğimizde bu turnuvada geri dönüşlerin takımı olan ABD rakip kalede etkili olmaya başladı, pozisyonlar buldu ve beraberliği yakaladı. Aslında Gana'nın genç bir takım olmasının burada etkileri büyük. Çünkü çabuk panik olabiliyorlar, rakip üzerlerine geldiğinde ne yapacaklarını bilmiyorlar. Aynı şekilde pozisyon bulduklarında da son vuruşlarda çok iyi durumda değiller. ABD'de ikinci yarıda baskıyı kurdu, tempoyu yükseltti ve maçı uzatmaya taşıdı. İkinci yarının sonlarında ise Gana için asıl hamle geldi diyebilirim. Appiah'ın oyuna girmesi, Gana adına bazı şeylerin kaderini değiştirdi. Onun oyuna girmesiyle beraber takıma kattığı tecrübe, liderlik, ağabeylik Gana'nın oyunda kalmasını sağladı ve golü bulduklarında da savunma anlamında çok iyi iş çıkardılar. Belki kendi adına Appiah takıma birşey katmadı ama diğer arkadaşları adına çok şey ifade etti. Bu genç kadroya böyle bir lider büyük katkı sağladı.

Güney Afrika'nın ikliminden mi bilinmez ama Güney Amerika'nın takımları buraya inanılmaz uyum sağladı ve hepsi başarılı oluyor. En çok dikkatleri çeken takım da Uruguay oldu. Çünkü böyle bir çıkış yakalamalarını ben beklemiyordum. Gruptan lider olarak çıktıktan sonra da şimdi yarı finale kadar yollarını açık görüyorum. Güney Kore karşısında da çok iyi bir futbol oynadılar. Yine bilindik sistemleriyle, Suarez & Forlan & Cavani üçlüsü onları taşımaya devam ediyor. Tabii savunmada da Lugano turnuvanın altın 11'ine seçilecekmiş gibi oynuyor. 4-3-3'ü mükemmel uyguluyorlar, asla sistemden ödün vermiyorlar ve sonuca gidiyorlar. Güney Kore de aynı şekilde oynadığı iyi ve hızlı futbolla sevilen bir takım oldu. Hiddink'in nimetlerini bugünlere kadar taşıyabildiler ama ancak bu noktaya kadar gelebildiler. Park Ji Sung'dan beklenenler Park Chu Young'dan geldi. Hücum anlamında Park Chu Young'un organizasyonlarında hızlı futbolcularla etkili oluyorlar ve maçta da pozisyonlar buldular. Ama takımın esas yıldızı Park Ji Sung'un ağırlığını koyamaması, bunun yanında Forlan'ın Uruguay adına çabası maç içerisinde farkı yarattı. Tabii Suarez gibi de bir bitirici olunca çeyrek final vizesi alınmış oldu.

Gana - Uruguay eşleşmesi ise ilginç olacak. Kağıt üzerinde yarı finale kalan takım zayıf ayak olarak görünecek ama bu iki takımda oldukça ters. Uruguay hücum üçlüsüyle, Gana ise genç ve fizik gücü yüksek isimleriyle etkili oluyor. Her açıdan birbirine ters iki takım. Gana'nın da bu arada savunma kısmında yaptığı bazı basit hatalar var. ABD karşısında da çok sık pozisyon hataları yaptılar ama dinamiklikleri onları ayakta tutuyor. Uruguay'ın ise hücum gücü oldukça yüksek, aynı şekilde savunması Gana'nın fizik gücü yüksek oyuncularıyla baş edecek cinsten. Uruguay'ı yarı final için favori görüyorum ama işleri kolay olmayacak.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Maradona & Mourinho İttifakı

"O beni çok güzel ağırladı ve saatlerce futboldan, hücum oyunundan ve savunma taktikleri hakkında konuştuk. Diğer taraftan ben onu herkesin mutlaka baş ucunda tavsiye için bulundurması gereken biri olarak görüyorum"

Maradona'yı seviyorum çünkü Mourinho'dan ötürü. Maradona da benim gibi düşünenlerden. Gerekirse Jose'den yardım alabileceğini söylemiş. Doğru yoldasın Maradona.

Galatasaray 2009-2010 Günah Çıkarma #4

Geçtiğimiz sezon Avrupa Ligi için oynanan ön eleme maçlarının hepsi birer hazırlık maçı niteliğindeydi. Kolay rakipler falan derken farklı skorlar izledik, futbol anlamında da keyif verici bir Galatasaray vardı. Tabii bu kolay rakipler karşısında da bazı futbolcularımızın suni çıkış diyebileceğim yükselişleri oldu. Bu isimler bir anda parladı, hepimizi heyecanlandırdı falan ama sezon içerisinde de ani çakılışlarını izledik. Bu suni çıkış yapan isimlere de en iyi örnek Aydın Yılmaz olacak.

Aydın Yılmaz bildiğiniz gibi Galatasaray altyapısından çıkan, gelecek vaad eden, hatta Gerets zamanında Konyaspor'a attığı golle şampiyonluk yolunda Galatasaray'ın önemli adım atmasını sağlayan bir isimdi. Böyle bir futbolcu üzerinde de beklentiler büyük oluyor. Özellikle de kiralık oynadığı dönemde İstanbul B.B formasıyla harika işler yapmıştı. Ama Galatasaray'a dönüşünde büyük bir düşüş yaşadı, seri sakatlıklar falan derken kendisini pek izleyemedik. Bu açıdan Rijkaard onun için son şans niteliğindeydi. Hazırlık kampında göstereceği kötü performans sonrasında Aydın Yılmaz'la yolların ayrılacağı bekleniyordu. O da hazırlık kampında bekleneni karşılayamadı ama kampın bitmesinin ardından oynanan Avrupa Ligi eleme maçlarında harikalar yarattı. Müthiş çalımlar, bir maçta üç asistler falan derken Rijkaard'ın elinde bu adam gerçek potansiyelini buldu diyordum. Hatta ligin ilk maçı olan Gaziantepspor karşısında da güzel futbolu, asisti falan gelince rotasyon içerisinde önemli bir parça olacak diyorduk.

Ama gel zaman git zaman Aydın Yılmaz'ın futbolu iyice çakıldı. Fizik olarak kendini hiç geliştiremedi, futbol anlamında da ileri adımını atmıştı ama iki geri adım attı, şansları falan kullanamadı ve bu futbolcunun üzerinde çok durmamız da büyük bir hata oldu. Sonra santraforsuz dönemlerde de Aydın Yılmaz'ın santrafor olarak denendiği zamanlar vardı. Fizik olarak kendi bölgesinde tutunamayan bu adam, santrafor kısmında neler yapabilirdiki? Sonuçta ligin ikinci yarısına girerken satın alma opsiyonlu olarak Eskişehirspor'a kiralandı, Eskişehirspor da bu satın alma opsiyonunu kullanmadı. Şimdi Aydın Yılmaz bunca hücumcu adamın arasında hazırlık kampına katılacak ve yeni bir şans arayacak. Bana göre başarılı olma şansı yok ama futbol bu, her zaman sürprizlerle dolu.

İtalya Günü Kurtaramadı

Bazı takımlar zirve dönemi yaşadıktan sonra yeniden yapılanmayı uygularlar. Bu sayede başarılar süreklilik kazanabilir. Ama gelen başarının üzerine sürekli yatma, kadronun yaşlanmasına seyirci kalma ve günü kurtarma durumları koskoca İtalya'yı bile Dünya Kupası'nın en kötü takımına dönüştürebiliyor. Kadroya baktığımızda tecrübeliden öte yaşlı ve bol miktarda Juventus'lu futbolcuların barındığı bir Milli Takım görüyoruz. Hani o Seria A'yı 7. sırada bitiren Juventus'un. Lippi 2006'da başardıklarını unutmuş gibi çareyi eski göz ağrısı Juventus'lu futbolculardan bulmayı denedi ama onların da yeterli ölçüde iyi olmadığını gördük. Sonra İtalya'nın en güçlü yanı savunma derler. Savunma hattına baktığımızda 36 yaşına gelen Cannavaro'nun liderliğinde olan bölge. Oysa bu turnuvada İtalya savunmasının çok zayıf olduğu görüldü. İtalya hakkında bütün bildiğimiz ezberlerin falan bozulduğunu söyleyebilirim. Özellikle de yan toplardan gol yemez denen bu takım, kendi taç kullanırken bile hata yapıp, rakibe pozisyon verebilecek durumda.

Orta sahadan falan hiç bahsetmeye gerek yok. Pirlo'nun da sakatlanmasının ardından çökmüş görünen bir orta saha. Hala Gattuso, Camoranesi gibi isimlerden hayır beklenen orta saha. Gerek oyunun defansif, gerekse ofansif tarafında hiç varlık gösteremeyen, hücum hattında zenginlik yaratamayan, savunma konusunda etkili olamayan bir yapı. Böyle bir yapının önünde de zayıf hücumcularla yola devam etmek İtalya'nın sonunu getirdi. Koskoca İtalya üç maç boyunca sadece Slovakya maçının son 20 dakikası etkin görüntü verebildi. Son 20 dakikada rakibinde geri çekilmesinden faydalanarak pozisyon falan buldular, etkili olmaya çalıştılar, hatta son dakika kaçırdıkları golü atsalar yine üç beraberlikle gruptan çıkabilirlerdi. Tabii 6 puanlı Şili'nin elenme tehlikesi olan bir durumda, İtalya'nın 20 dakikalık bir futbolla gruptan çıkması da futbolun adaletini iyice sorgulatırdı.

Benim beklediğim İtalya da bu yöndeydi. Bu başarısızlığa kesinlikle şaşırmadım, ama bu kadar aciz futbola çok şaşırdım. Yine de tecrübeyle, Lippi faktörüyle falan bir noktaya gelebilirler diye tahmin ediyordum. Ama takımın sorunu çok fazla düz oyuncunun olması ve kadro içerisinde bir yıldızın bulunmaması. Onca yaşlı ismin tecrübeli diye kadroya alındığı bir ortamda Totti ve Del Piero gibi isimlerin de kadroda olması gerektiğini düşünüyorum. Hatta Cassano bu hücum hattında önemli bir değer olabilirdi. O da Lippi ile sorunlu falan diye kadroya alınmadı. Totti ve Del Piero gibi her an fark yaratabilecek isimler kadroda olmazsa, şu koskoca İtalya'nın bir tane yıldızı olmazsa {Mesut Özil misali} başarı malesef gelmiyor. Lippi'nin günü kurtarma politikasıyla başarıdan öte, beklenmeyen bir başarısızlık İtalya gündemini oldukça meşgul edecek gibi görünüyor. Şu turnuvada İtalya adına hangi futbolcu biraz da olsa ön plana çıktı diye soracak olsalar inanın kimseyi gösteremem. Euro 2008 kadrosu bile bu kadrodan oldukça iyiydi. Ayrıca son şampiyonların unvanlarını korumak yolunda başarısız olduklarını çok gördüm. Ama 2002 Dünya Kupası'nda Fransa'dan beri böylesi görülmedi sanırım.

Şah Mat; Daum & Fenerbahçe

Fenerbahçe ve Daum arasında yaşananlar tam bir satrançtı. Her iki tarafta hamlelerini ustalıkla yaptılar, birbirlerini sürekli denediler, müthiş bir strateji mücadelesi ortaya çıktı ama kazanan bu durumda Fenerbahçe oldu. Tabii bu mücadeleyi yaratan en başta yaptığı yanlışlarla Fenerbahçe oldu. Bu yüzden kazananın tam olarak onlar olduğunu da söylemek güç. Ligin son haftasında takım şampiyonluğu kaçırdı diye Daum'u göndermek zaten hataydı, sonrasında ise bu adamı çok daha yüksek ücretlere getirmek başka bir hata. Ara dönemde de Zico ile yolların devam etmemesini falan da hiç saymıyorum. Diğer branşlarda ekiplerini profesyonellerden kuran ve başarılar kazanan Fenerbahçe'yi ne kadar övüyorsam, futbol anlamında da o kadar kötü yönetildiklerini söylemek lazım. Daum, Zico hatta Aragones'in faturası Fenerbahçe'ye maddi ve manevi anlamda yüklü oldu. Şunu da söylemem lazım, Daum boşuna Köln'e gelme çünkü para için bu takımı satman asla unutulmayacak. İşte sen bu yüzden karakteri noksan, dini imanı para olan bir teknik adamsın. İşte Fenerbahçe'yi de en çok bu noktada eleştiriyorum. Daum tuzağına düşmemeleri gerekiyordu.

Şimdi ise doğru bir hamle gerçekleştirerek takımın başına Aykut Kocaman'ı getiriyorlar. Fenerbahçe'nin geleneklerini bilen, çalıştırdığı takımlarda oynattığı futbolla, futbol bilgisi ve karakteriyle çok örnek bir insan. Aykut Kocaman'ın varlığı bile Fenerbahçe üzerinde oluşmuş antipatiyi biraz da olsa kırmaya yetecektir. Ayrıca taraftarlarında ne olursa olsun sabredeceği, bağrına basacağı bir isim. Bu yüzden Aykut Kocaman hamlesi çok doğru ama madem teknik direktör olacaktı, neden sportif direktör oldu tarzında eleştiriler gelebilir. Fenerbahçe, Aykut Kocaman'ı sportif direktör yaparken Türkiye'nin pek alışık olmadığı bir durumu gerçekleştiriyordu. Ama sportif direktörlük kavramının tanımı pek yapılamadı, teknik direktörle ilişkisi tam olarak oturtulamadı ve sportif direktörlük olayı Fenerbahçe için başarısızlıkla sona erdi. Şimdi Fenerbahçe'nin neler yapacağını, takımın hangi noktaya geleceğini, nasıl bir futbol tarzı yaratılmaya çalışacağını göreceğiz. Aykut Kocaman deyince hemen akıllara pas futbolu, hızlı futbol geliyor. Ankaraspor'da çalıştığı dönemde de sürekli pasa dayalı bir futbolu vardı. Emre Belözoğlu, Mehmet Topuz ve Özer Hurmacı gibi kaliteli orta saha futbolcularıyla bu pas organizasyonunu uygulamak kolay olacak. Buna rağmen takıma iyi bir sağ açık ve santrafor da transfer edilmek zorunda.

Futbolun Adaleti Biraz da Olsa Var {DK Günlüğü #15}

Futbolun adaleti biraz da olsa var. Çünkü Şili yenilmesine rağmen elenmedi ve adını ikinci tura yazdırdı. Biraz da olsa var dememin sebebi ise İspanya'yı deviren İsviçre'nin elenmesi. Ama bu grupta İspanya & Şili & İsviçre üçlüsünden kim elense üzülecektik. Gerçi Şili elense daha bi kahrolacaktık ama İsviçre adına, özellikle de Hitzfeld için üzgünüm. İspanya - Şili maçına geçersek, yine Şili'nin açık ve agresif futbolunu gördük. Sürekli pozisyon aradılar, hızlı çıkmayı denediler ve bu da defansif anlamda aksamalara sebep verdi. Neticede karşındaki rakip bu sefer Hondruas değil. Böyle bir durum da İspanya'nın ekmeğine yağ sürdü ve 2-0'lık skor oluştu. Bu süre zarfında roller değişmiş misali agresif oynayan Şili, rakibi bekleyen İspanya'ydı. Aslında olması gereken durum Şili 10 kişi kaldıktan sonra gerçekleşti ve daha fazla kontrollü futbola yönelerek bir gol buldular, İspanya'nın da iyi durumda olmamasından faydalandılar. Bu İspanya malesef iyi durumda değil, Del Bosque farklılık yaratmak adına iyi giden düzene çomak soktu. Yani Xabi ve Busquets gibi iki defansif ağırlığı fazla olan futboluyu yan yana oynatmak, orta sahada Xavi'nin verimliliğini azaltıyor. Aynı şekilde formsuz Torres'in oynaması, sol tarafta David Villa, sağda Iniesta falan derken çok ilginç bir İspanya var. Bu durum da şampiyonluk şansları açısından İspanya'yı geri plana itiyor. Bu maçta da seri pas organizasyonlarını yine gördük, bu felsefe değişmiyor ama hücum verimliliği gerçekten çok düşük. Şili karşısında ikinci yarı pozisyon bile bulamadılar, zaten son 20 dakika iki takımda skora yattı. Bu durumda İsviçre'nin işini bitirdi. Ama onlarda turnuvanın en kötü takımı Hondruas'ı yenemeyerek zaten kendi fişlerini çektiler.

Brezilya & Portekiz ve Fildişi'li grupta kağıt üzerinde ölüm grubu ama benim için ölümcül sıkıcı bir grup oldu. İki maç haricinde bu grupta büyük keyif aldığım başka bir maç yok. Brezilya - Portekiz maçının zevkli geçmesini beklerdim ama çok kısır bir maç oldu. Brezilya'da cezalı Kaka, sakat Elano ve Robinho olmayınca santraforun arkasında oynayan ileri üçlünün komple değiştiği bir Brezilya gördük. Bu da zaten çok büyük keyif vermeyen Brezilya'yı futbol anlamında iyice düşürmüş oldu. Nilmar, Baptista ve Dani Alves'li hat Portekiz karşısında hiç etkili olamadı. Ama bu kötü Brezilya karşısında daha kötü bir Portekiz vardı. Cristiano Ronaldo dışında oyuna bir hareketlilik katan, takımını taşımaya çalışan bir futbolcu yok. Bu durum da Cristiano Ronaldo'yu şahsi oynamaya yöneltiyor ve onu da aslında kötü gösteriyor. Buna rağmen Portekiz'in orta saha ve defans hattı hiç fena değil. Maicon ve Bastos karşısında Portekiz bekleri oldukça iyi oynadılar. Bu turnuvada Brezilya'nın en çarpısı bölgesi olan bek oyuncularda durdurulunca, Brezilya'nın eli ayağı tutuldu. Böyle bir ortamda ortaya sıkıcı, seyir zevki yerlerde bir maç ortaya çıktı. Portekiz'in de yüksek averajının da bu maçtaki etkiyi yaratan temel unsur olduğunu söylemek lazım. Sonuç olarak iki takım el ele kol kola gruptan çıktı. Olan Fildişi'ne oldu diyemem çünkü onlarda futbol olarak bu turnuvada beklenenin altında kaldı. Benim için bu grubun kazananı sonuncu olan Kuzey Kore oldu.

25 Haziran 2010 Cuma

O da Geldi Geçti {Ismael Bouzid}

Kalli'nin göreve geldiğinde takıma bizzat getirdiği ve bunu çok ucuza mâl etmişti. Bu futbolcular takıma katıldıklarında acaba kaçımız onları tanıyorduk. Hatta ben Barış Özbek ve Serkan Çalık'ın kamp döneminde denendikten sonra kadrodan gönderileceklerini tahmin ediyordum. Ama hazırlık kampında Barış Özbek'in sırtında 8 numarayı gördüğümde işler biraz değişti. Üstelik bu futbolcular iyi performanslar gösterince de o sezonun çok önemli isimleri oldular, hatta Barış Özbek hala Galatasaray rotasyonunun önemli isimlerinden birisi durumunda. Ben ne kadar sevmesem bile. Tabii Kalli'nin bir transferi daha vardı. Cezayir Milli Takımı'nda oynayan, 24 yaşındaki Ismael Bouzid. Kendisini de pek fazla tanımıyordum. Galatasaray'a da Kaiserlatuern'den transfer edilmişti. Üstelik çok ucuz maliyete. Bu yüzden transferi eleştirmek mümkün değildi, çünkü tutması durumunda çok iyi paralar kazanılabileceği düşünülüyordu. Üstelik futbolcunun özellikleri falan anlatıldığında topu oyuna iyi sokması, pas özelliği falan da düşünülünce Popescu'dan bu yana aranan stoper bulundu diye de söylemleri duymuştuk.

Kamp döneminde ise Ismael Bouzid kendisini pek gösteremedi. Başlarda uyum sorunu falan diyordum ama sezon içerisinde de aslında Galatasaray'a uygun bir isim olmadığı ortaya çıktı. Öncelerde Servet Çetin ve Song'un yedeği durumundaydı, sonra ise Bouzid'e şans vermeyi düşünmeden Emre Güngör transferi gerçekleşti. Bir bakıma Yalçın Ayhan'ın Galatasaray macerasına benzeyen bir durum oluştu. Zaten Galatasaray'da da o sezon sadece 6 maçta forma giyebildi, o top kullanma özelliğinden falan eser göremedik ve o da geldi geçti tadında bir futbolcu oldu. Uzaktan baktığında veya Kalli ile sohbet ettiğinde bu futbolcuyu öve öve bitiremezsin ama Kalli gibi bir kurdun Bouzid tuzağına nasıl düştüğünü pek anlamadım. Galatasaray'dan sonra da futbolcunun dikiş tutturamadığını görüyoruz. Önce Troyes'e gitti, sonra Ankaragücü'ne geldi ve şu sıralar Hearts'da forma giyiyor. Tabii Cezayir Milli Takım'ının önünden bile geçemediğini de söylemek lazım.

Leverkusen'e İyi Bir Ağabey; Michael Ballack

Leverkusen için ey 2002 ruhu geri dön demek lazım. Şamiyonlar Ligi finalinde oynadıklarından bu yana eski Leverkusen'den bir haber görünüyorlar. Ballack, Lucio, Ze Roberto ve Yıldıray Baştürk gibi isimlerle finale ulaşmışlardı ama Zidane duvarına çarpıp, sonrasında kaliteli futbolcularını bir bir elden çıkarmaya başladılar. Bugüne geldiğimizde ise daha genç, potansiyelli ama biraz tecrübesiz bir Leverkusen var. Bu yüzden geçtiğimiz sezon başında Hyypia'yı savunmaya alarak iyi bir hamle yapmışlardı, şimdi ise eski yıldızları Ballack ile anlaştılar. Ballack'ın hedefleri malum. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda da oynayıp futbolu bırakma peşinde. Bu yüzden oynayabileceği bir takımda 2 sene daha forma giymek istiyordu. Chelsea'nin de kendisiyle anlaşmak istememesi üzerine Almanya'ya döneceği konuşuluyordu. Tabii bir Ballack manyağı olarak ben onu Galatasaray için düşünüyordum. Ballack'ı Galatasaray formasıyla görmek benim için bir rüya olabilirdi ama bu adama transfer teklifi yaptık mı merak ediyorum. Sonuçta beklenen oldu ve Ballack eski topraklara, Ballack adını zihinlere yazdırdığı takıma geri dönmüş oldu. Schalke 04 ile de adı geçmesine rağmen Leverkusen'i tercih etti. Leverkusen böylece çok kaliteli bir orta sahadan ziyade, genç takımına bulabileceği en mükemmel lideri bulmuş oldu. Şimdi biraz daha tecrübeliler ve kaliteli genç kadroları ile daha önemli başarılar kazanabilirler. Ballack da iki sezon daha maksimumunu oynayarak Euro 2012 de güzel bir son yaşayabilir. Ama Leverkusen 2002 günlerini tekrar yakalar mı, bunu zaman gösterecek.

Gülşah Gümüşay Galatasaray'da

Basketbolda transfer haberleri ardı ardına geliyor. Kadın basketbol takımında da uzun zamandır görülmeyen bir yerli operasyonu var. Yerli rotasyonununda değiştirildiğini görüyoruz. Bu kapsamda genç isim Gülşah Gümüşay'la da anlaşmaya varıldı. Kendisi büyük gelecek vaad eden bir isim olduğundan transferini çok olumlu buluyorum. Galatasaray.org'da kendisi hakkında detaylı bilgi var;

Bilgi: Gülşah Gümüşay

22 Eylül 1989 günü Adana’da dünyaya gelen Gülşah Gümüşay, altyapı eğitimini Botaş Spor Kulübü’nde aldı. 2005 senesinde Oğuz Kaan Koleji ile Dünya Liselerarası Basketbol Şampiyonası’nda final oynama tecrübesine sahip olan Gülşah, 2006-07 sezonunda Genç Bayanlar kategorisini ikinci sırada tamamlayan Botaşspor kadrosunda yer aldı.

Başarılı sporcu, 2005 Yıldız Bayanlar Avrupa Şampiyonası ve 2007 Genç Bayanlar Avrupa Şampiyonası’nda milli takım formasını giydi. 2009 yılında Polonya’da düzenlenen U-20 Bayanlar Avrupa Şampiyonası boyunca maç başına 15,1 sayı, 4,9 ribaund ve 1,8 asist ortalamaları yakalayan Gülşah Gümüşay, turnuvanın en skorer 10 oyuncusundan biri olmayı başardı. Botaş Spor Kulübü altyapı seviyesinde uzun süre Ceyhun Yıldızoğlu ile beraber çalışan genç oyuncu, EuroBasket 2009’da dokuzuncu sırayı elde eden Türkiye A Milli Takımı’nın da bünyesinde bulunuyordu. Gülşah Gümüşay, 2009-10’da normal sezonu dördüncü basamakta tamamlayan Botaş’ta maç başına ortalama 7,5 sayı ve 3,0 ribaund ile oynadı. Gülşah, ayrıca FIBA tarafından Avrupa’da 2009 Yılının En Başarılı Genç Kadın Oyuncusu Ödülü için aday gösterildi.

Messi Vs. Giovani Dos Santos

Resimden Bojan Krkic'i çıkarırsak konumuza gelebiliriz. Bu benim atladığım bir detay oldu. Malum 2. turda Arjantin - Meksika eşleşmesi oldu. İyi, güzel bir durum ama Messi ve Giovani çarpışması daha güzel bir durum olacak. Messi'yi biliyoruz zaten. Maradona'nın dediği gibi Dünya üzerinde bu adamın yüzde 30'u kadar olan bir futbolcu daha yok. Tabii bu adamın bugünlere gelmesinde Rijkaard'ın, Barcelona'nın payını falan da unutmamak lazım. Barcelona'nın 13 yaşında hormon hastalığına karşın aldığı bu çocuk, Rijkaard'ın da katkılarıyla futbol piyasasının altını üstünü karıştırdı. Giovani Dos Santos ise Messi'ye göre biraz daha öksüz. O da çocuk yaşlarda Barcelona kapısından içeri girdi, Rijkaard onu da hazırlıyordu falan ama Rijkaard'ın ayrılığı ve yanlış transfer tercihleri falan derken iki sezon Giovani için kayıp oldu. Galatasaray'a transfer olduğunda da bu yüzden beklentileri karşılayamadı ama ilerisi için büyük umutlar verdi. Zaten Meksika'nın da futbolunu övüyorsak, 2. tura başarı diyorsak bunda Gio'nun payı büyük. İşte Messi ile Türkiye'nin Messi'si diyebileceğimiz Gio'nun mücadelesi çok zevkli olacak. Belki de Gio bu maçta göstereceği inanılmaz bir performansla kafalarda soru işareti yaratacak. Ya da Messi yine ortalığın tozunu attıracak. Ama Rijkaard Barcelona'da kalsa belki de 4-3-3'ün ileri üçlüsünün kanatlarında Messi ve Gio'yu izliyor olacaktık.

Michael Jackson Olmadan Geçen Bir Yıl


Bir yıl ne çabuk geçti anlamak mümkün değil. Zaman su gibi akıp geçiyor. Geçtiğimiz yıl bugün Michael Jackson'u kaybetmiştik. Bu adamın benim çocukluğumda yeri büyük. Televizyon karşısında onun kliplerini izlemek benim en büyük eğlencemdi. İlerleyen yıllarda ise bu adamı dinlemek, konserlerini takip etmek benim için ayrı bir heyecandı. Tam sahnelere dönüyor, hastalıklarını falan atlattı derken hala çözülemeyen ölümü beni çok üzdü. Şimdi diyorum da birşey olsa Michael Jackson alışık olduğumuz sahne şovlarından birini yaptım dese. Hala şu bir yıl ne çabuk geçti inanamıyorum. The Way You Make Me Feel benden bütün Michael Jackson sevenlere gelsin.

Bu Takım Son Şampiyondu {DK Günlüğü #14}

2002'de de bu senaryo yazılmıştı. Son şampiyon Fransa, unvanını korumayı bir yana attım grubunda gol bile atamadan elenmişti. Şimdi ise bu senaryonun bir benzerini izledik ve son şampiyon İtalya, grubunda sadece iki puan toplayabildi. 2002'nin Fransa'sı ile 2010'un İtalya'sını karşılaştırmak mümkün ama bu İtalya'nın o Fransa'dan daha kötü olduğunu düşünüyorum. Çünkü turnuvaya gelirken de eğer başarılı olabilirlerse tecrübeleriyle başarılı olabileceklerini ama bu ihtimalin çok düşük olduğunu düşünüyorum. Son yılların en zayıf İtalya kadrosu {biraz da Lippi sayesinde} yaratıldı ve büyük hüsran gerçekleşti. Son 20 dakika hariç, Slovakya karşısında da yine kötü futbollarını sergileyerek elendiler. Ama futbol çok garip bir oyun. Eğer son dakikada yakalanan pozisyon gol olsa İtalya üç beraberlikle bu gruptan çıkacaktı. Şili'nin altı puanla elenme ihtimalinin olduğunu düşünürsek, futbol o noktada adaletini bir kere daha kaybedebilirdi. Slovakya ise bir bakıma imkansızı başardı. İlk iki maç ortalarda olmayan bu takım, İtalya karşısında müthiş bir futbol oynayarak galip geldi. Tabii Vittek'in kendini aşmasını, Stoch'u falan da izlemek güzel oldu. Diğer karşılaşmada ise Paraguay ve Yeni Zelanda berabere kaldı. Kimsenin lider çıkmasını beklemediği Paraguay ve averaj takımı olur denilen Yeni Zelanda'nın bu turnuvaya çok şey kattıklarını düşünüyorum.

Japonya ise benim bu turnuvada favori takımım. Tsubasa'nın ruhu üzerlerine çökmüş gibi harika bir futbolları, özellikle de hücum hatları var ve ortaya seyir zevki güzel bir futbol çıkıyor. Güçlü denilen, Kamerun karşısında iyi mücadele eden Danimarka'yı da 3-1 yenerek iyi bir göz dağı verdiler. Hollanda ise zaten garantilediği grupta 3'te 3 yaparak iddiasını ortaya koydu ama üç maçtada oynanan futbol Hollanda'ya ihanet gibi. Onlar açısından şu an diyebileceğim tek şey Robben için bol bol dua etmeleri. Bu arada Robben'i de oynarken görmek güzel oldu. Bu durumda Hollanda - Slovakya, Paraguay - Japonya eşleşmelerini izleyeceğiz.

24 Haziran 2010 Perşembe

Domenech'den Sportif Cümleler'e Mesaj


''Merci de me suivre, j'en ai bien besoin.''

Kendisini twitterda izlemeye başladığımda önce beni takip etmeye başladı, sonrasında da mesaj kutuma bunu gönderdi. Ali Ece'ye Türkçesini sorduğumda ise ''beni izlediğin için teşekkür ederim, buna çok ihtiyacım vardı'' dediğini öğrendim. Domenech'in twitterı mıdır bilmem ama {onun gözüküyor} kendisine cevabı bu Dünya Kupası vermiş oldu. Daha benim birşey söylememe gerek yok.

Tanrı'nın Futbol Şube Sorumlusu



Tanrı'nın Dünya üzerindeki futbol şube sorumlusu diyorum ve başka birşey demiyorum. Kimine göre sıkıcı geçen bu Dünya Kupası'nı Dünya Kupası yapan yegane unsur.
 

Tüm Telif Hakları Sportif Cümleler 'e Aittir © 2009 -- Blogger Tarafından Desteklenmektedir